Pandit Cehahirlal Nehru, Mohandas Gandi ile birlikte Hindistan’ın Bağımsızlık Mücadelesinin iki önderinden biridir. 1923 yılından itibaren Hindistan Bağımsızlık Mücadelesinin öncüsü Kongre Partisi’nde en üst düzeyde görev yaptı. Önce çeşitli dönemlerde Genel Sekreter daha sonra Genel Başkan olarak… 1945-1947 yılları arasında İngiltere ile yürütülen bağımsızlık görüşmelerinde Hint heyetinin başkanıydı. 1952, 1957 ve 1962 seçimlerine Kongre Partisi’nin başında katıldı ve başarıyla çıktı. Başbakanlık yaptı. Tito ve Nasır ile birlikte Bağlantısızlar Hareketi’nin liderlerindendi. 1964 yılında öldü.
Nehru, İngiliz sömürgecilerine karşı yürüttüğü mücadele dolaysıyla çeşitli defalar hapis yattı. 1931 – 1933 yılları arasındaki hapislik döneminde o zamanlar onlu yaşlarında olan kızı İndra’ya (İndra Gandhi, sonraki dönemlerde uzun yıllar Hindistan’ı yönetti) kesitler halinde dünya tarihini anlattığı mektuplar yazdı. Mektuplar, o yıllarda ortaöğrenim çağında olan kızını eğitme amaçlıdır. Kaynak Yayınları, daha sonra kitap olarak yayınlanmış olan mektupları, “Dünya Tarihi – Kesitler” adıyla Türkçeye kazandırdı. Okunması gereken bir kitap…
Geleneğin rolü
Nehru, bir mektubunda geleneğin, Hint toplumunun gelişmesi üzerindeki rolünü ele alır. Son derece sağlıklı bir değerlendirmenin yapıldığını görüyoruz:
“İnsanlar gelir geçer, hükümetler ya da imparatorluklar hüküm sürer ve yok olur. Ancak eski gelenek devam eder ve her nesil ona boyun eğer. Gelenek içinde iyilik barındırır ancak bazen ilerlememizi engelleyen bir yük haline gelebilir. Uzak geçmişe bağlayan bu kırılmamış zinciri düşünmek büyüleyici ama bu zincir ilerlemek istediğimiz zaman bizi geri tutar ve geleneğin esiri yapar. Geçmişimizle olan birçok bağı korumalıyız ancak ilerlememizi önlediği zaman geleneğin tutsaklığını kırmalıyız.” (Pandit Cevahirlal Nehru, Dünya Tarihi – Kesitler, Kaynak yayınları, 1.b. Mayıs 2016, s. 49)
Demokratik Devrim aşamasına gelen bütün toplumlarda, mücadeleye önderlik eden önderler ve düşünürler, geleneklerin, toplumları eskinin kalıpları içine hapsedici yanını görmüşler ve bu engeli aşmanın yolları üzerinde kafa yormuşlardır. Hatta bazen mücadele öylesine şiddetli olmuştur ki geleneklerin sadece olumsuz yanları görülmüş, vurgular buraya yapılmıştır.
Örneğin Namık Kemal’in gelenek olgusuna bakışı Nehru ile karşılaştırıldığında adeta bir toptan reddediş biçimindedir: “Acaba bu dünyayı insanoğullarına gerçekten bir çile yeri etmeğe, gelenek dediğimiz yanlış inançlar karışımından daha büyük hizmet etmiş bir şey var mıdır? Ölüm korkunçtur ama bir anda geçer. Gelenek ise ölümsüzdür. Gelenek insanın her şeyine karışır, ona her yönden işkence eder. Gelenek tutsaklıktır.” (Aktaran: Özer Ozankaya, Atatürk ve Laiklik, Tekin Yayınevi, 2.b. 1983, s. 133)
Elbette Namık Kemal’in bu sözleri, hangi koşullarda söylediğine bakmak gerekir. Abdülhamit gericiliğinin gemi azıya aldığı, en ufak bir muhalefetin şiddetle ezildiği, tarikatların devlet eliyle canlandırıldığı koşullar içinde mücadele etmeye çalışan bir aydının feryadıdır söz konusu olan.
Türkiye’nin Demokratik Devrimi, bir yanıyla “geleneklerle savaş”ın tarihidir. Mustafa Kemal de bir çok yazı ve konuşmasında geleneğin rolü üzerinde durmuş ve bu konuda yürüttükleri mücadelenin önemine vurgu yapmıştır. “Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan bir takım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin, ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz. Bu gibi milletler, hayat felsefesini çok geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdurlar.”
Mustafa Kemal başka bir konuşmasında ise; “Unutulmamalıdır ki bazı insanlar istikbali, mazinin arasından görmekte musırdırlar. Bunlar alakamızı kestiğimiz ananelere karşı behemahal sadakatin iadesini isterler.”
Atatürk’ün burada karşı çıktığı geçmişin ne olduğunu iyi değerlendirmek gerekir. Atatürk ya da Türk Devrimi, hiçbir zaman geçmişin tümüne karşı olmamıştır. Tarihin araştırılmasına büyük önem veren, Üniversitelerde Sümeroloji ve Hititoloji bölümleri açan, binlerce yıl öncesinin Türk tarihini gün yüzüne çıkarmak için çabalayan bir anlayışın, geçmişin tümüne karşı olduğunu söylemek gerçeklerle örtüşmez.
Dayanılan geçmiş, mücadele edilen geçmiş
Bütün toplumlar bir yandan gelişmenin önünde ayakbağı olan geçmişin ilişkilerine ve anlayışlarına karşı mücadele ederken, diğer yandan geleceğe doğru olan yürüyüşlerinde geçmişin olumlu mirasından destek bulmaya çalışırlar. Geçmişi olmayanın geleceği olamaz. Bu gerçeği en iyi, yeni bir gelecek inşa etmek amacıyla yola çıkmış devrimciler bilir.
Dolaysıyla gelenek olgusuna bilimsel bir yaklaşımla bakmak gerekir. Toplumlar tarih içinde hayatta kalmalarını ve gelişmelerini sağlayan bilgileri “gelenekler” şeklinde sistemleştirdiler ve kuşaktan kuşağa aktardılar. Bu geleneklerden bazıları bir müddet sonra yönetici sınıfların elinde kendi iktidarlarını sürdürmenin ideolojik, siyasi ve örgütsel dayanakları haline geldi. Yeni bilgilere ve ilişkilere ulaşmanın önündeki engellere dönüştürüldü. Ve böyle olunca söz konusu gelenekler de, ilk şekillendikleri zamana göre epey bir değişikliğe uğradı. Deyim yerindeyse dondu, taşlaştı ve toplumları belli bir sosyo ekonomik yapı içinde hapsetmek için kullanılan araçlara dönüştü.
Bu gerçeklik, söz konusu geleneklerin ilk ortaya çıktıkları zaman toplumların tarih içinde ileriye doğru olan yürüyüşlerine hizmet etmiş olduğu gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Ayrıca bazı geleneklerin hakim sınıfların elinde her türlü gelişmenin önüne konulan engeller haline getirildikleri dönemlerde bile, devrimci mücadelenin sırtını yasladığı başka bazı gelenekler hep olmuştur.
Örneğin Namık Kemaller, Mustafa Kemaller; Osmanlının önlerine koyduğu “gelenek” engellerine karşı mücadele ederken, Türk halkının zulme karşı isyan geleneğinden esinleniyorlardı. Tarih boyunca hep bağımsız olmuş, binlerce yılı bulan devlet kuruculuğu gibi bir mirasın sahibi olan bir milletin mensubu olmaktan güç alıyorlardı.
Bu da bir gelenektir, hem de önemli bir gelenek…
Cumhuriyet Devrimi ile birlikte büyük bir Aydınlanma hareketini yürütenler, Yunus Emrelerden, Pir Sultanlardan, Hacı Bektaşlardan, Fuzulilerden, Yusf has Haciplerden, İbni Haldunlardan, İbni Sinalardan güç alıyorlardı.
1417 yılında idam edilerek Serez’de defnedilen Şeyh Bedrettin’nin kemiklerini, 1924 yılında Türkiye’ye getirerek İstanbul’da defnedenler, hangi geleneğin mirasçısı olduklarına dair anlamlı bir mesaj vermiş oluyorlardı millete…
Mustafa Kemal, Namık Kemal, Nehru, Mao, Nasır, Kim İl Sung, Ho Şi Minh ve diğerleri… Tarihe ve geleneklere hep aynı pencereden baktılar…
26 Ekim 2018