Özellikle son üç yıldır yazılarımızda döne döne “Türkiye’nin mecburiyetleri” diyoruz.
Aslında “mecburiyetler” ile anlatmak istediğimiz; toplumların ve tek tek insanların da son tahlilde verili koşullar içinde hareket ettiği yasasıdır.
Bu gerçek her zaman için geçerlidir. Ama önemli tarihsel kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı tarih kesitlerinde, bu tarihsel ve toplumsal yasayı hatırlamak önemlidir. Çünkü “beklenmedik” gelişmeler çok daha fazladır. Ve daha önceki duruma bakarak bu yeni ve hızlı gelişmeleri anlamak mümkün değildir.
Örneğin Türkiye’nin geldiğimiz aşamada Asya’ya yönelmesi bir “mecburiyettir.” Komşularıyla ilişkilerini düzeltmesi de…
Ve elbette 70 yıllık “Küçük Amerika” sürecinin bitmesi ve bu sürecin ülkemizdeki dayanaklarının tasfiye edilmesi de…
Üretim ekonomisine yönelmek de geldiğimiz aşamada Türkiye açısından bir “mecburiyettir.” Serbest piyasa ekonomisinden vazgeçmek de…
Gene örneğin bütün İslam dünyasının, emperyalizmin güdümündeki İslamcı terör örgütleri tarafından ateşe ve kana boğulduğu koşullarda Laiklik de Türkiye için bir mecburiyettir.
Bu “mecburiyetlere” kimse karşı koyamaz. Karşı olanların tasfiye edileceği de bir “mecburiyettir.”
Vb. vb.
Mecburiyetleri doğru okumak ya da okuyamamak
“Mecburiyetleri” doğru okuyan ve politikalarını buna göre saptayan siyasi hareketin başarılı olması kaçınılmazdır.
“Mecburiyetleri” anlamayan ve yıllar öncesinde kalan siyasi saflaşmalar ve “düşmanlıklardan” hareket eden siyasi hareketler ise kaçınılmaz olarak tarihsel akışın kenarına düşer.
Süreci anlamayan, gereklerini yapmayan ama mecburiyetlerin peşinden sürüklenmek durumunda kalan siyasi hareket; eğer yönetim mevkiinde ise yalpalamaları ve geçmişten gelen ayakbağlarından dolayı ülke çıkarı için gereken refleksi gereken zamanda gösteremediği için gerçekte ülkeyi yönetemez…
Hataları, zaafları ve yetersizlikleri ülke açısından ödenecek bedel olur. Ülkeler bir yere kadar bedel ödemeye katlanır…
Son günlerde yaşanan gelişmeler bu açıdan son derece öğretici oldu.
Tahran – Reyhanlı
Tayyip Erdoğan Tahran buluşmasında Suriye Devlet başkanı Esad’ı hedef aldı ve İdlib’de ateşkes yapılmasından bahsetti. Ardından koro halinde iktidar çevrelerinden ve basınından “Katil Esed” sesleri yükseldi.
Tayyip Erdoğan’ın iki ABD gazetesinde yayınlanan ve bu ülkeyi Suriye’ye müdahaleye çağıran makaleleri tabloyu tamamladı.
Reyhanlı provokasyonu işte bu koşullarda sahnelendi. Yusuf Nazik adlı “görevli”, Reyhanlı patlamasında emrin Esad tarafından verildiğini uygulamayı ise Muhaberatın yaptığını söylüyordu.
Bütün bu yaşananlar açıktı ki son iki yıldır yaşanan Astana süreci ile taban tabana zıttı. Peki bütün bunların olması Türkiye’nin Astana sürecinden koptuğu anlamına mı geliyordu?
Böyle düşünmek işte, Türkiye’nin “mecburiyetlerini” anlamamaktır.
Soçi’de kendini gösteren Astana
Tayyip Erdoğan’ın Putin ile Soçi’de buluşması, imzalanan ortak bildiri ve ardından atılan adımlar, Türkiye’nin Astana süreci ile girilen yolda ilerlemekte kararlı olduğunu ortaya koydu.
İktidar medyasındaki “Katil Esed” söylemi birdenbire bıçakla kesilir gibi kesildi.
Bunun yerine Tayyip Erdoğan’ın Soçi konuşmasında dikkat çektiği “Esas olan Fırat’ın doğusudur” sözlerine uygun yaklaşımlar dillendirilmeye başladı.
Suriye, Soçi Mutabakatını desteklediğini açıkladı.
Ve Amerika İsrail aracılığıyla mutabakatın imzalandığı günün gecesinde füzelerle Suriye’ye saldırarak tavrını ortaya koydu.
Sonuç olarak Türkiye’nin nicedir girdiği yola uygun konumlanışı devam ediyor. Esad düşmanı politikaların ve provokasyonlarla Türkiye ile Suriye’yi karşı karşıya getirmenin zemini yoktur.
Neden böyledir?
Türkiye’nin “Mecburiyetleri”
İşte bu noktada bütün bu gelişmeleri açıklayacak mecburiyetlere yeniden dönüp bakmak gerekiyor.
Birincisi, Türkiye ekonomisi Asya’da nefes alıp vermektedir. Çin ve Rusya birinci ve ikinci ticaret ortaklarımızdır. Enerji tedarikçilerimiz Doğu’dadır. Komşularımızla ilişkilerimizi düzeltmemiz demek, krize girmiş olan ekonominin nefes alması anlamına gelecektir.
Bu gerçekliğe hiç kimse sırtını dönemez.
ABD çürüyen ve çöken bir emperyalist konumunda… Lideri olduğu “eski dünya” adım adım sahneden çekiliyor. Asya yükseliyor. Avrupa ABD’den kopuyor ve Asya’ya yöneliyor.
Türkiye bu genel yönelişin dışında kalamaz.
ABD, Türkiye’yi kaybettiğini bilmektedir. Bu saatten sonra ABD açısından en faydalı Türkiye, bölünmüş ve parçalanmış Türkiye’dir. Onun için ABD bütün gücüyle PKK’nın ve FETÖ’nün arkasındadır.
Son bir buçuk yıl içinde ABD’nin PKK’ya 20 bin TIR ağır silah verdiği gerçeğine Türkiye’de hiç kimse sırtını dönemez.
Hiçbir varlık – elbette buna ulusal devletler de dahildir – kendisine yönelen tehdide sesiz kalamaz. Bu da bir yasadır, “mecburiyettir.”
Kişilerin de devletlerin de belli bir borçlanma kapasiteleri vardır. Borçlanma ekonomisi ile Türkiye 2018 yılına kadar geldi. 2018 son duraktır. Alternatif, üretim ekonomisidir. Üretim bugün Batı’da değil, Doğu’dadır. Türkiye açısından üretim ekonomisine yönelmek demek, Doğu’ya yönelmek demektir.
Bu da bir “mecburiyettir.”
İslam Dünyasının son 40 yılda yaşadığı yıkımın ardından, Laik Demokratik Cumhuriyet’e yönelmek de artık bir “mecburiyettir.”
Gelişmeler ancak bütün bu “mecburiyetler” göz önüne alındığı zaman doğru bir şekilde değerlendirilebilir.
21 Eylül 2018