(Üçüncü Dönem devam)
Siyasal İslam’ın tarihi, 20. yüzyılın başından bu yana emperyalizmle işbirliğinin tarihidir. Tarihsel olarak ömrünü tamamlamış olan ve tamamlamakta olan iki güç, kaderlerini birleştirmişlerdir.
Ancak bu genel doğru, bütün siyasal İslamcı hareketlerin her yerde ve her zaman emperyalizmle işbirliği yaptıkları veya başka bir deyişle emperyalizmin tamamen kontrolü oldukları anlamına gelmez. Bahsettiğimiz bu duruma en tipik örnek İran’daki İslami harekettir. İran dışında da özellikle son 30 yıl içinde kimi İslamcı örgütlerin zaman zaman kendi başlarına hareket ettikleri olmuştur. Gerçi bu “kendi başlarına hareket eden Siyasal İslamcılar”ın da, daha genel planda baktığımızda, sonuç olarak bir projenin unsurları olarak işlev gördüklerini saptayabiliriz. Ama İran özel bir durumdur, farklıdır ve bunun nedenleri bulunmaktadır.
İran’ın özel durumu
Birinci olarak, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren iki Süper Devlet arasında yaşanan rekabetin yol açtığı denge durumuna değinmek gerekir. ABD ve SB arasında Dünyanın her tarafında kıyasıya süren hegemonya mücadelesi, bunun yol açtığı deyim yerindeyse “pat durumu”, bazı yerlerde bu iki devletle ilişkisi olmayan, bağımsız hareket eden güçlerin ortaya çıkmasını mümkün kıldı. Elbette, bu dönemde iki Süper Devletin kontrolü dışında “Bağlantısızlar Hareketi” adı verilen, gelişmekte olan dünyadaki ulusal devletlerin, hegemonyacılığa tavır alarak kendi çıkarları doğrultusunda birlikte hareket ediyor olmalarını da, bu duruma katkıda bulunan bir başka olgu olarak belirtmek gerekir.
Ama “Bağlantısızlar Hareketi”ni, emperyalist merkezlerin dışında ve onlara karşı olarak ortaya çıkmış milli kurtuluş mücadelelerinin, milli devlet olarak varlığını sürdürmesi olarak ele almak daha doğru olacaktır. İran Siyasal İslam’ı, milli kurtuluş hareketleri içinde değildir. Ama iki süper devletin kontrolü dışında geliştiği için, sonuç olarak bağlantısızlar hareketinden kalan ve yüzyılın sonlarına doğru aynı konumunu hâlâ sürdüren ülkelerle aynı cephede buluşmak durumunda kaldığı da belirtilmesi gereken bir başka olgudur.
İkinci olarak, İran’ın, en az 3000 yıllık bir devlet geleneğinin mirasçısı olduğunu unutmamak gerekir. İran tarihsel olarak zengin bir siyaset, bilim ve kültür merkezidir. Dolaysıyla görüşü ne olursa olsun İran topraklarında mücadele eden her akım, bu zenginliğin mirasçısıdır.
Üçüncü olarak, İran, bir buçuk milyon kilometre kare toprağı ve dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz zenginliklerine sahip bir ülkelerden biri olarak kendi kendine yeten ülkelerden biridir. Kendi kendine yetiyor olmak bir ülkenin yönetiminde kim olursa olsun bağımsız hareket edebilmesinin zemininin olduğu anlamına gelir.
Dördüncü olarak, söz konusu dönemde, özellikle Müslüman ülkelerde toplumsal muhalefete öncülüğün, laik-demokratik özelliği baskın olan önderliklerden siyasal İslamcı örgütlere geçtiğini göz önüne almak gerekir. Devrim dalgasının Dünya çapında geri çekilmesi, Savaş sonrası milli burjuvazi önderliğinde kurulan bir dizi ulusal devletin karşılaştığı sorunlarda başarısız olması, Sovyetler Birliği’nde yaşanan geri dönüşün, sosyalist ve devrimci önderliklerde yaşattığı itibar kaybı, toplumsal muhalefette İslamcıların öne çıkmasına yol açtı.
Bu koşullarda İran’da Siyasal İslamcılar, sosyalist, demokratik ve liberal muhalefetle işbirliği halinde Şah rejimini devirdiler. Daha sonraki iktidar mücadelesinde diğer muhalifleri safdışı bırakarak iktidara tek başlarına hakim oldular.
Ama İran’la ilgili olarak saptanması gereken en önemli gelişme şudur: Bu ülkedeki İslamcı yönetim, titizlikle izlediği bağımsızlık politikasının sonucu olarak özellikle 1990’larla birlikte adım adım ABD’den kaynaklanan tehditlerin hedefi oldu. İran yönetimi bu tehdide karşı; Rusya, Çin, Küba, Kuzey Kore, Venezuela ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri gibi ülkelerle ilişkilerini geliştirdi. İran’ı bugüne getiren politika, bu ülkenin emperyalist tehdit karşısında gelişen dünyanın önde gelen ülkeleri ile kurduğu yakın ilişkilerdir. Böyle bir tablo içinde yer almak İran’ın kendi içinde uyguladığı politikaları da etkilemiştir.
Sonuç olarak, İran için görünüşte Siyasal İslamcı, pratikte ise diğer ülkelerde görülen Siyasal İslamcı pratiklerle ilgisi olamayan bir sistemin uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz.
“Kontrolden çıkan örgüt” örnekleri
İran dışında Siyasal İslamcılarla ilgili olarak ayrıca şöyle bir olgudan da bahsetmek gerekir.
Kuruluşu nasıl olursa olsun, hangi güçler tarafından hangi hesaplarla sahneye sürülürse sürülsün herhangi bir örgüt hatırı sayılır bir kuvvet haline geldikten sonra belli ölçülerde kendi başına hareket etme eğilimi içine girebilmektedir. Her ne kadar Siyasal İslamcı bir örgüt değilse de PKK’yı bu duruma örnek bir örgüt olarak ele alabiliriz. PKK, 1970’lerin ortalarında Türk istihbaratı tarafından, Kontrgerillanın “böcek yiyen böcekler” teorisi uyarınca diğer sol örgütleri şiddet kullanarak tasfiye etmek amacıyla kuruldu. Ama 1970’lerin sonlarına gelindiğinde, Doğu ve Güneydoğu’nun bazı illerinde hatırı sayılır bir güç haline gelmişti ve kendisini kontrol eden merkezin dışında hareket etme belirtileri gösteriyordu. Bunun üzerine Türk İstihbaratı, 1979’dan itibaren yeniden denetim altına alma amacıyla örgütün üzerine gitmeye başladı.
Aynı durum, 1988 yılında gene MİT tarafından Güneydoğu’da örgütlenen Türk Hizbullah’ı için de geçerlidir. Türk Hizbullah’ı 1990’ların ikinci yarısında, yaratıcısı olan devletin istihbarat kuruluşu açısından artık tasfiye edilmesi gereken kontrol dışı bir güç olmuştu.
İslam ülkelerinde de özellikle 2000’li yıllarla birlikte şiddeti esas mücadele biçimi olarak benimseyen El Kaide, Boko Haram, Es Şebap, IŞİD ve El Nusra gibi terör örgütleri, zaman zaman kuruluşlarında en önemli pay sahibi olan ve kendilerine yol veren emperyalist merkezlerden bağımsız hareket edebilmişlerdir. Kör İmam olarak bilinen Mısırlı Şeyh Ömer Abdurrahman’ın CIA yardımı ile ABD’ye yerleşmesinden sonra Dünya Ticaret Merkezi’nde gerçekleştirilen bombalamanın (1993) asli faillerinden biri olarak tutuklanması da benzer bir örnek olarak alınabilir.
Gerçi kimi Siyasal İslamcı örgütlerin bağımsızmış gibi görünen eylemlerinin ne kadar bağımsız olduğu da bir başka tartışma konusudur. El Kaide’nin meşhur İkiz Kuleler saldırısının Amerikan devletinin en azından bir kesiminin bilgisi ve onayı dahilinde gerçekleştiği artık kanıtlarıyla ortada olan bir gerçektir. İkiz Kuleler saldırısı Neoconlara Büyük Ortadoğu Projesi’ni; Afganistan işgaliyle başlayarak uygulamasının gerekçesini vermiştir. Aynı şekilde 1993’te Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması, 1995’te Oklohama’daki Alfred P. Murrah Federal Binası’nın havaya uçurulması, Atlanta’daki 1996 Yaz Olimpiyatları’nda meydana gelen patlama benzeri eylemler ABD’ye, “yeni tehdidi” dünyaya anlatma ve kabul ettirme “şansı” vermiştir. El Kaide, IŞİD, Boko Haram gibi örgütlerin insanlık dışı eylemleri, sonuç olarak, ABD’ye, öncelikle kendi halkına ve aynı zamanda Batı kamuoyuna “İslami terör tehlikesini” somut olarak gösterme “olanağını sağladı”. Ve böylece ABD, tek kutuplu dünya hayalini gerçekleştirmeye yönelik saldırgan eylemleri için gerekli desteği elde etti. (Devam edecek)