Siyasal İslam’ın dört dönemi (14): Ekonomi cephesi – 2

Dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Asya’ya kayması, ABD’nin yarım yüzyıl önceki ekonomik gücünden çok uzaklaşmış olması, Siyasal İslam’ın uluslararası dayanağından mahrum kalması anlamına geliyor. Ama ekonomi cephesini ele alırken olayın sadece bu boyutu üzerinde durmak eksik olacaktır. Son kırk yılda Siyasal İslam’ın bir çok ülkede iktidarına tanık olduk. Dolaysıyla bu iktidar pratikleri, Siyasal İslam’ın ekonomik anlamda bir çözümünün olup olmadığını gösteren çok önemli derlerle doludur.

İktidar pratikleri

Arkamızda kalan dönemde yaşanan Siyasal İslamcı iktidar pratikleri şunlardır: Elbette en başta Suudi Arabistan, Kuveyt ve diğer körfez emirliklerini belirtmek gerekiyor. Bu ülkelerin hepsi en başından beri “Şeriatı” esas aldıkları iddiasıyla var oldular. Ve üstelik dünyanın en büyük petrol yataklarının üzerindeler. İran’da 40 yıllık bir İslamcı iktidar var, Sudan’da 30 yıllık. Pakistan, Ürdün ve Fas gibi ülkelerde ise Siyasal İslamcı Partilerin doğrudan iktidarı olmadı ama işbaşındaki yönetimler Siyasal İslamcılarla her bakımdan uyum içinde oldular. Dolaysıyla bu ülkelerin ekonomi politikalarını ve sonuçlarını Siyasal İslamcılar hanesine yazmak çok yanlış olmayacaktır. Afganistan ve Somali’yi ayrı bir başlık altında işlemek gerekiyor. İki ülkenin de son otuz yılına Siyasal İslamcılar damga vurdu. Birincisi şu anda dünya eroin üretim üssü, ikincisi 2000’li yıllarlın başında deniz araçlarına yönelik korsan baskınlarının merkezi oldu. Türkiye’de ise “Siyasal İslamcı” AKP iktidarının 17 yıllık pratiği ve sonuçları var önümüzde. Yani ‘Bir ülkede Siyasal İslamcılar iktidara geldikleri zaman ekonomik anlamda ne yaparlar?’ Bu sorunun cevabını bulmak için elimizde yeteri kadar iktidar pratiği bulunuyor.

Fiyasko

En son söyleyeceğimizi en başa yazarak konuya girebiliriz. Ellerindeki bütün olanaklara rağmen Siyasal İslamcıların ekonomi politikalarının sonucu büyük bir fiyaskodan ibarettir. Petrol zengini ülkeleri ve Türkiye’yi hariç tutacak olursak İslam ülkeleri dünyanın en yoksul ülkeleri arasındadır. Yeryüzünde 21. yüzyılda insanların açlıktan öldüğü ülkeler de Müslüman (Somali, Yemen vd) ülkelerdir. “Uluslararası Şeffaflık Örgütü”nün her yıl yayınladığı Dünya Yolsuzluk Endeksi’nde 2018 Raporuna göre Müslüman ülkelerden Katar 33, Suudi Arabistan 58, Senegal 67, Tunus 73, Kuveyt 75, Türkiye 78. sıralarda bulunuyorlar. Diğer Müslüman ülkeler ise daha sonlardadırlar. Gerçi “Şeffaflık Örgütü”nün yaptığı değerlendirmeler, ABD’nin dünyaya yönelik emperyalist amaçlarından bağımsız değilse de gene de konu ile ilgili olarak bir fikir edinmemiz bakımından önemlidir.

Petrol zengini iki İslamcı Körfez ülkesi ile nüfus olarak üç aşağı beş yukarı aynı durumda olan, biri gene petrol zengini Norveç, diğeri ise böyle bir doğal zenginliği hiç olamayan Singapur arasında yapacağımız bir kıyaslama; Siyasal İslamcıların kendi ülkeleri yararına bir ekonomi politikalarının olmadığını gösteren bir ayna olacaktır. Saydığımız bu ülkelerin hemen hepsi kişi başına düşen gelir açısından birbirlerine yakın durumdadırlar. Ama bununla birlikte Kuveyt ve Katar’ın hemen hemen bütün gelirleri petrol geliri; Singapur’un ise gelirlerinin tamamı, Norveç’in de gelirlerinin üçte ikisi diğer sektörlerden sağlanmaktadır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Siyasal İslamcı Partilerin, iktidar oldukları ülkelerde bütün yaptıkları, zaten bilinen ve dünyanın çeşitli ülkelerinde uygulanmakta olan ekonomi politikalarını ufak tefek değişikliklerle uygulamak olmuştur. Kapitalist-emperyalist dünya merkezlerine her bakımdan bağımlı olarak uygulanan serbest piyasa ekonomisi veya devletin değişen ölçülerde ekonomik hayatta yer aldığı karma ekonomik sistemler. Bunlar dışında İslamcı örgütlerin önerdiği veya uygulamaya çalıştığı bir sistem bulunmuyor. Ama ekonomi alanında İslamcıların uygulamaya çalıştığı sistem, hangisi olursa olsun bir yandan da yüzyıllar öncesinden kalma kimi anlayış ve kurumlarla birlikte hayata geçirilmeye çalışıldığı için ortaya iyice ucube bir sonuç çıkmış ve bu da kaçınılmaz olan başarısızlığın boyutlarını büyütmüştür.

Bir başka kıyaslama, Hindistan, Pakistan ve Bangladeş ekonomileri arasında da yapılabilir. Bu ülkeler 1947 yılına kadar beraberdiler, aynı durumdaydılar. Pakistan 1947 yılında ayrıldı ve 1957 yılında yasaların Şeriata aykırı olamayacağı hükmünü Anayasa hükmü haline getirdi. Sonuç, Laik ve 300 milyona yakın Müslüman’ı barındıran Hindistan bugün 1.3 milyonluk nüfusu ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisidir. Pakistan ve Bangladeş’in durumları ise malum…

“İslami Bankacılık” efsanesi

Siyasal İslamcıların ekonomi alanında sözünü en çok ettikleri konuların başında belki de “İslami Bankacılık” (faizsiz bankacılık) gelmektedir. İslamcılar “haram” olduğu gerekçesiyle faize karşı çıkıyorlar. Bunun yerine “kâr payı” dağıtmaktan söz ediyorlar. Aslında bütün yaptıkları, diğer devlet ve özel bankalardan “kâr payı” adı altında daha fazla faiz vermektir. Aksi taktirde mevduat toplamaları mümkün değildi. Diğer bankaların iki katına kadar varan “kâr payı” vaatleri, bu bankaları kaçınılmaz olarak uluslar arası piyasalarda kısa vadeli mali işlemlere, başka bir deyişle spekülasyona başvurmak durumunda bırakmaktadır. Bu maceranın sonu er ya da geç iflas olmaktadır. 

Faize “haram” dedikten sonra kazancını üretimden değil, spekülasyon piyasasındaki işlemlerden elde etmeye çalışmak da günümüzdeki Siyasal İslamcıların ahlak anlayışlarını yansıtıyor. Faiz, kısaca üretime katılıp toplam zenginlikten pay almak yerine “paradan para kazanmak” yoluna başvurmaktır ve böyle bir kazanç, İslamcı anlayış tarafından meşru olarak görülmüyor. Ama spekülatif işlemlerden para kazanmak ise bir benzetme yapmak gerekirse faiz ile karşılaştırıldığında, ondan yüz kat daha gayrımeşrudur.

Siyasal İslamcıların “ekonomik başarısı”: Dünya eroin üretim üssü: Afganistan

1979 yılında Afganistan’a yönelik Sovyet işgali başladığında bu ülkede sadece bölgesel pazarlar için afyon yetiştirilmekteydi ve eroin üretilmemekteydi. Ancak  iki yıl içinde İslamcı örgütlerin kontrolündeki Pakistan-Afganistan sınırı, dünyanın en büyük eroin üretim merkezi oldu. Eroin üretimi ve ticareti doğrudan CIA elemanlarının kontrolü altındaydı. Mücahitler yıllar içinde başarılar kazanıp yeni topraklarda kontrolü sağlayınca köylülere devrim vergisi olarak afyon ekmelerini emrettiler. 

Kısacası ABD emperyalizminin ve Siyasal İslamcı terör örgütlerinin varlığı Afganistan’ın doğal ekonomisini yok etmiş, bu ülkedeki uyuşturucu üretimini teşvik etmiş, bir yandan ülkeyi Ortaçağ parçalanmışlığına geri döndürürken, öte yandan ülkeyi orada yaşayan insanlar açısından cehenneme çevirmiştir. Bugün Asya’nın içlerinden Avrupa’ya uzanan göç yollarında en çok bulunanların başında Afganlılar gelmektedir. 

Afganistan ve Somali, Ortaçağ boyunca hep merkezi devletlerin var olduğu ülkeler oldular. Yani devlet otoritesinin gerektirdiği düzen ve üretim bu topraklarda yüzyıllar, hatta binyıllardan beri var. Bu anlamda iki ülkenin şu anda içinde bulunduğu durumu, devlet otoritesinin olmadığı, Ortaçağ ölçülerinde bile meşru olarak kabul edilemeyecek bir kaos ve üretimsizlik durumuna düşmek olarak anlatabiliriz.

Türkiye

2002 yılında tek başına Hükümet olan Ak Parti ise, kendisini iktidar yapan 2001 krizinin ardından Türkiye’ye gelen ve Cumhuriyet ekonomisinin elde kalan son kalelerini de tasfiye etmekle görevli Kemal Derviş’in ekonomi politikasını uygulamak dışında bir şey yapmamıştır. Kemal Derviş ekonomisinin özeti, bir yandan özelleştirmelere devam edilerek, kamunun elinde ekonomik anlamda bir varlık bırakmamak, üretim ekonomisine son darbeleri vurmak, öte yandan son hızla borçlanarak, dışarıdan getirilen sıcak parayla ekonomi çarkını döndürmekti. AKP 17 yıl boyunca tam da bunu yaptı. Özelleştirmelere devam etti. 2002 yılında 130 milyar dolar olan dış borcu 17 yılın sonunda 480 milyar dolara çıkardı. Bir yandan da hiçbir kanun kural tanımadan yandaşları zengin etme politikası izledi. Sonuç iflastır.

Türkiye’deki “İslam’ın”, kendini “İslamcı” olarak niteleyen diğer iktidar pratikleriyle, Hasan El Benna, Ebul ala el-Mevdudi ve Seyyid Kutup gibi 20 yüzyıl Siyasal İslam teorisyenlerinin anlattığı İslam’la bir ilgisi yoktur. Ak Parti veya Necmettin Erbakan’ın önderlik ettiği Partilerin İslam’ı, Kemalist Devrimi yaşamış Türkiye’nin ortaya çıkardığı bir “Siyasal İslam’dır” ve kendine özgüdür. İran gibi….

Görüldüğü gibi Siyasal İslamcıların; atak yaptığı, iktidara geldiği veya ülke siyasetini belirlemede son derece etkili konumlara geldiği hiçbir ülkede adına “başarı” diyebileceğimiz en küçük bir uygulamaları yoktur. Tam tersine etkili oldukları her yerde gelir dağılımının daha fazla bozulmasına, ekonominin durgunlaşmasına, kendi ülkeleri ile dünyanın geri kalanı arasındaki farkın daha da açılmasına neden olmuşlardır. İşte şimdi bütün İslam Dünyası bu gerçeklikten hareket ederek yeni çözümler arıyor.