(Dördüncü bölüm devam)
İslamiyet’te bir ruhban sınıfının olup olmadığı hep tartışılagelmiştir. Yaygın kabul, Hıristiyanlık, Budizm ve diğer bazı dinlerde bir ruhban sınıfının olduğu, ama İslamiyet’te olmadığı şeklindedir. Ruhban’ı belirleyen ayırt edici özellik, bazı insanların“Tanrı ile sıradan insanlar arasında aracı olma” rolünü üstlenmeleridir. İslamiyet’te de bazı tarikat ve cemaatlerde olan, ‘Bir Şeyhe veya Mürşide bağlı olmadan Allah katında kurtuluşa ulaşmanın mümkün olamayacağı’ şeklindeki kabul de, Ruhban sınıfını var eden anlayışın İslam Dünyası’nda da öteden beri var olduğunu gösterir.
“Bir Müslüman tarikatında mensuplar, murabıtların ‘dediğinden çıkmazlar”. Daha dokuzuncu yüzyılda, Müslüman Tasttari, müridleri şöyle tanımlar: “Ölü yıkayanın elinde cansız beden ne ise, tarikat şeyhinin önünde ihvan odur.” Ve aynı devirde Kaysanniye’lerin Şii mezhebi, ‘Bir mürşid önünde diz çökmektir din” diyordu.
“Senegalli Amadou Bamba “Cennet’in Yolları” adlı şiirinde “Nebinin mucizesi, velinin kerametine geçmiştir; Nebi’nin mirası velinindir çünkü Nebiler Allah’ın mevcudiyetine delalettir, Veliler dinin hakikatine işarettir. Nebilerin bedenleri de ruhları kadar tertemizdir, Velilerse mahfuz ve mübarek kılınmışlardır. Hepsinin ortak yönü, İsmeti ilahiye; arifler bunun ispatı değil mi?” (Vincent Monteil, Afrika’da İslam, Pınar yayınları, 1.b. 1992, s. 101-102)
Vincent Monteil’in Orta Batı Afrika’daki Müslüman ülkelerde yaptığı bu gözlem ve tespitler bütün İslam ülkeleri için geçerlidir. Ve bu bakış açısının, Hıristiyanlık veya başka diğer dinlerdeki bakış açısından en ufak bir farkı yoktur. Sonuç olarak “Allah ile kul arasında aracı olan din adamları” olgusunun varlığıdır söz konusu olan.
Ruhban’ı var eden maddi zemin
Ama “Tanrı ile sıradan insanlar arasında aracı olma” sonuç olarak soyut bir iddiadır. Bu iddianın gerçeklik kazanabilmesi, maddi hayatta somut bir karşılığının olması ile mümkündür. “Maddi hayattaki karşılık”: din adamlığını meslek olarak benimsemiş insanların varlığıdır. Meslek olarak benimsemek demek geçimini dinden sağlamak demektir. Ortaçağ Avrupa’sında geniş kilise toprakları, aynı zamanda manastır ve kiliselerdeki rahiplerin “geçim sorununu” hallediyordu. Budistlerin o devasa tapınakları da gönüllü veya başka maddi gelirlerle finanse ediliyordu sonuç olarak. Bu açıdan bakıldığında Müslüman dünyasında 20. yüzyıla kadar, tarikat ve cemaatlerin din adamlığını meslek olarak benimsemiş şeyh, derviş vb. gibi unsurların varlığına rağmen, Hıristiyanlık veya Budizmle kıyaslanabilecek bir ruhban sınıfının olmadığı bir gerçektir. Hıristiyanlıktaki mantığın aynısından hareketle yani “Tanrı ile kul arasında aracı olma” iddiası ile ortaya çıkan tarikat ve cemaat yöneticileri ve görevlileri, 20 yüzyıla kadar Müslüman nüfus içinde hep önemsiz oranda kaldılar. Tarikat ve Cemaat örgütlenmeleri bünyesinde “din adamı” olarak faaliyet gösteren kişi sayısı ise ihmal edilebilecek ölçüde düşük sayılarda oldu. Olanların büyük çoğunluğunun ise aynı zamanda geçimlerini sağlayacak bir işleri vardı.
Tarihin en büyük ruhban sınıfı
Ama şimdi durum değişmiştir. Bütün Müslüman ülkelerde diğer dünya ülkeleriyle kıyaslanmayacak boyutta hayatını dinden kazanan bir kesim ortaya çıkmıştır. İslam Dünyası’nda bu “ruhban sınıfı” 20. yüzyılın ürünüdür. Bunun nedenleri üzerine duracağız. Önce İslam’da ruhban sınıfının varlığı konusunda bizimle aynı fikirde olan Olivier Roy’un tespitlerine bakalım:
“(İslam Dünyası’nda) Kurumsal bir ruhban yaratma eğilimi son zamanların ürünüdür ve (İran dışında) din adamlarından değil devletlerden kaynaklanmaktadır. Tamamlanmamış bir ruhban yukarıdan aşağıya gerçekleştirilmektedir… Devlet büyük medreseleri denetim altında tutmakta, bir müftü ya da şeyhülislam atamakta ve bu mercilere mollaları (ya da cami imamlarını -BN.) atama ve içtihad (ünlü fetvalar) yapma tekelini vermek istemektedir. Tunus, Fas, Mısır ve SSCB’de (1941’de) resmi ve kurumlaşmış bir din adamları (sınıfı) ortaya çıkmaktadır.” (Olivier Roy, Siyasal İslamın İflası, Metis y. 5.b. 2017, s. 47 – 48)
Elbette “kurumlaşmış din adamları”nın devlet eliyle örgütlendiği ülkeler Roy’un yukarıda saydıklarından ibaret değildir. Bu durumun bütün İslam ülkeleri için derece derece söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 1980 sonrasındaki performansı ile Türkiye ve Filistin’i bu ülkelerin en başına yerleştirmek gerekiyor. Türkiye’yi özel olarak ele alacağız. Filistin’deki durum ve yaşanan gelişmeler ise, bir yönüyle bütün İslam ülkelerinde son 70 yıl içinde yaşanan ruhban yaratma çalışmalarına ışık tutmaktadır.
İslam Dünyası’nda 1950’lerle birlikte belli başlı iki akım söz konusu oldu. Milli devletlerin birbiri peşisıra kurulması ile birlikte güçlenen “Ulusalcı akım”ın başını Nasır’ın Mısır’ı çekiyordu. Öte yandan ABD destekli Siyasal İslamcı akımın merkezi ise Suudi Arabistan’dı. Arap dünyasının liderliği konusunda bu iki devlet arasında özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda kıyasıya bir rekabet yaşandı.
Rekabetin ana konularından biri Filistin’de ki mücadeleydi. Bütün Arap Devletleri Filistin mücadelesine destek oldular. Ama asıl çekişme Mısır ile Suudiler arasındaydı. Suudi Arabistan bu yıllarda Filistin’e akıttığı cömert fonlarla, hem bütün Arapların hassas olduğu bir konuda geri kalmamış oldu ama daha önemlisi Filistin’de Siyasal İslamcı bir akımın ortaya çıkması için gerekli zemini de yarattı.
“İşgal altındaki Batı Şeria topraklarında cami ve mescitlerin sayısı 1967 – 87 arasında 400’den 750’ye yükseldi. İslamcıların eski faaliyet merkezi olan Gazze şeridinde ise 200’den 600’e çıktı. Aynı sürede Kudüs, Halil, Gazze ve Beytlehem gibi kentlerde İslami üniversiteler kuruldu.” (Faik Bulut, İslamcı Örgütler 2, Cumhuriyet Kitaplar, 4.b. Mayıs 2009, s. 361)
Önemli olan nokta bütün bu “yatırımların” önemli ölçüde Suudi parası ile gerçekleştirilmiş olduğudur. “70’lerde Suudi Arabistan’dan aktarılan kaynaklarla daha çok ibadethane inşası mümkün olurken 1986’da bölgedeki camilerin yaklaşık yüzde 40’ı Müslüman kardeşlerin kontrolü altındaydı.” (Peter Mandavillee, Küresel Siyasi İslam, Sitare yayınları, 1.b. Mayıs 2013, s. 122)
Şöyle bir gelişme yaşanıyor. Suudilerden, irticayı destekleyen Batılı merkezlerden, devletten, toplum içinde örgütlü cemaat ve tarikatların yarattığı fonlarla camiler inşa ediliyor, hem de ihtiyacın çok çok üzerinde… Her ibadet merkezi profesyonel yeni kadroların (Ruhban) istihdam edilmesi anlamına geliyor. Elbette sadece dini merkezler ve burada görevlilerle sınırlı kalınmıyor, buralarda görevlendirilecek din adamlarının eğitimi için okullar açılıyor, yayınlar yapılıyor ve böylece sonuç olarak ortaya “geçimin dinden sağlayan” büyük bir “din adamları” zümresi çıkıyor.
Dini alanda kayda değer büyüklükte bir kesim ortaya çıktıktan sonra, devlet başta olmak üzere çeşitli kaynaklardan sağlanan fonlarla ekonomik işletmeler, finans kurumları, sağlık merkezleri ve okullar vb.den oluşan devasa bir paralel ekonomi ortaya çıkıyor.
İşte bu tablo, İslam Dünyası’nda 20. yüzyılda ortaya çıkan “Ruhban sınıfının” maddi zeminidir. (devam edecek)