20. yüzyılda Müslüman ülkelerde bir “ruhban sınıfı”nın yaratılmasının nedenleri şunlardır:
1. Emperyalist devletlerin dinci örgütlerin gelişimine verdikleri desteği en başta belirtmek gerekir. 20 yüzyılın ilk üç çeyreğine; milli kurtuluş hareketleri, sömürge boyunduruğunu kırarak tarih sahnesine çıkan milli devletler ve onlarla müttefik olan işçi sınıfının Devrimci Sosyalist mücadeleleri ve Sosyalist devletler damgasını vurdu. Emperyalizm, kendisinin ölümü anlamına gelen bu gelişmeye, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan başlayarak hemen her mücadelede dinci akımları destekleyerek engel olmaya çalıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ABD; Sovyetler Birliği ile olan rekabetinde “Yeşil Kuşak Projesi” ile dinci örgütlerin etkin olduğu bir Müslüman devletler kuşağı yaratmak amacıyla özel olarak çalıştı. Bunun için kaynaklar ayrıldı, propaganda mekanizması dinsel örgütlenmelerin emrine verildi.
2. Hemen hemen bütün Müslüman ülkelerdeki dinci örgütlerin ve bu örgütlerin ihtiyaç duyduğu alt yapının kayda değer bir bölümü Suudilerin Petro-dolarları ile finanse edildi. Suudi Arabistan söz konusu yıllarda Müslüman Kardeşler ve Pakistan Cemaati İslami başta olmak üzere bütün Müslüman ülkelerde kendisi ile aynı ideolojik bakış açısına sahip örgütleri para olarak destekledi. Özellikle önem verdiği yerlerde (Filistin başta olmak üzere) cami inşasına önemli kaynaklar ayırdı. Afganistan ve Bosna savaşlarına, ABD’nin kendi bütçesinden ve dünya çapında örgütlenen uyuşturucu ticaretinden gelen kaynaklar dışında bizzat Suudi kaynaklarından ciddi paralar aktarıldı. 10 yıllık savaş pratiğinin ardından Bosna, Kafkasya, Cezayir ve Orta Asya ülkeleri başta olmak üzere ABD’nin küresel çıkarlarının gerektirdiği her yerde iş görecek savaşçıların yetiştirilmesi finanse edildi.
Suudi Arabistan dinci örgütleri destekleme ve Müslüman ülkelerde Siyasal İslam’ın hayat bulması için gerekli zemini yaratmada birçok kurumu kullandı. 1953 yılında kurulan Arap-Amerikan Petrol Şirketi’nin (ARAMCO) çalışmaları sonucu yaratılan kaynaklar Müslüman Kardeşler ve Hizb’üt Tahrir gibi örgütlerin finansmanı için kullanıldı. Suudi yetkililerinin 1990’lardaki beyanlarına göre, çeşitli ülkelerde toplam olarak 73 örgüte parasal destek yapılıyordu. (Faik Bulut, İslamcı örgütler 3, Cumhuriyet Kitaplar, 4.b. Ağustos 2009, s. 403)
18 Mayıs 1962 yılında Mekke’de kurulan ve kısaca Rabıta olarak bilinen Dünya İslam Birliği (Rabıta’tül Alem’il İslam), Suudi Arabistan’ın, başta Müslüman ülkeler olmak üzere dünyanın her tarafında dinci örgütleri ve faaliyetleri finanse etmede kullandığı ana örgüt olmuştur. 1996 yılında yıllık bütçesi 6.5 milyon Suudi Riyaliydi ve yaklaşık 1000 kadar gezici profesyonel kadrosu vardı. Rabıta 1994 yılında, Moskova, Milano, Caracas, Düsseldorf ve Cebelitarık’da o günün rakamıyla milyar dolara mal olan camiler yaptırdı.” (Faik Bulut, age, s. 416 – 417)
“1960’lardan sonra, özellikle Kral Faysal döneminde, Suudi Arabistan (Hem resmi, hem de gayrı resmi olarak) hükümetler arası ve hükümet içi İslami teşkilatlarda liderliğe yeltenerek kaynak yaratma gibi konularda etkili oluyordu. Böylece İslam Konferansı Teşkilatı’nda, Müslüman Ligi ve Dünya Müslüman gençler Toplantısı’nda ortaya konan Müslüman Dünyası liderliği, Suudi tarzı İslam’ın ihracıyla neticeleniyordu…” (Peter Mandaville, Küresel Siyasi İslam, Sitare yayınları, 1.b. Eylül 2013 s.176)
3. Üçüncü olarak, İslam Dünyasında milli burjuva yönetimlerin zaman geçtikçe ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri konularda yaşadıkları sorunlara bir çözüm üretememelerini ve bunun sonucunda, daha 20 – 30 yıl öncesinde sömürgeci boyunduruğuna karşı mücadele etmiş oldukları Emperyalist Batı merkezlerine yanaşmalarını ve buna paralel olarak içerde dinci örgütlere taviz politikasına yönelmelerini gösterebiliriz. Elbette bu yönelimde, yönetimlerin kitleleri kontrol altında tutmak için bir araç olarak dini kullanma siyasetlerini de eklemeliyiz. Dini ideolojinin halk içinde bin yıllardan gelen kökleşmiş etkilerinden yararlanmak; hakim sınıflara, her zaman kitleleri kontrol etmenin en kolay yollarından biri olarak görünmüştür ve bunu kullanmışlardır.
Türkiye örneğinden yola çıkarsak, zamanın iktidar partisi CHP, 1945 sonrasında, Kemalist Devrim uygulamalarının tersine, bir yandan yeniden devlet eliyle din adamı yetiştirmeye başladı ve önceki dönemde okul müfredatından kaldırılmış olan din derslerini eğitim programına koydu. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti ise işi daha ileri götürdü. Bir yandan tarikat ve cemaatlerin çeşitli biçimlerde kendisini ifade edebilmelerine olanak tanıdı. Öte yandan Arapça ezana dönmek, İmam Hatip Okulları açmak, okullarda din derslerini yaygınlaştırmak vb adımlarla dini bir siyaset aracı olarak kullanmada daha ileri gitti. 12 Eylül Amerikancı askeri darbesi ise “Türk İslam Sentezi’ni devletin resmi ideolojisi olarak ilan etti. Bütün bu on yıllar boyunca 1930’lu yıllarda Ankara’da bir apartman dairesinden Türkiye’nin din işlerini yöneten Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesi, sürekli olarak arttı ve bugün en büyük bakanlıkların bütçesini geçen noktaya geldi. Dini bir siyaset aracı olarak kullanma politikasının sonucu, İslamcı Partilerin önce 1973 ve 1995’te koalisyon ortağı olarak (öncekinde küçük, sonrakinde ise büyük ortak olarak), 2002’de ise tek başına iktidar olmalarını sağladı. Tabi bu durum ele aldığımız konu açısında bakarsak, hayatını dinden kazanan yüzbinlerce kişiden oluşan devasa bir “ruhban sınıfı”nın ortaya çıkması oldu.
Tek tek ele alındığında bu durumun üç aşağı beş yukarı bütün Müslüman ülkeler için geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
4. Hayatını din adamlığı yapmaktan kazanan kesim büyüdükten ve belli bir güce ulaştıktan sonra bu sefer bizzat kendisi, din adamlığı kurumunu büyütme ihtiyacı duymakta ve ulaştığı güç dolaysıyla da etkili olmaktadır. Her sene on binlerce öğrenci mezun eden dini eğitim veren kurumlar, ihtiyacın çok çok üzerindeki İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri mezunlarına iş bulmak gibi bir sorunla karşı karşı karşıyadır. Bunun sonucunda ihtiyacın çok üzerinde cami inşaatı, yeni okulların açılması, çeşitli kurumlara din adamı kontenjanı verilmesi, yurtdışı temsilciliklerinde dini ataşe görevlendirilmesi vb. gibi yollara başvurulmaktadır. Yani dinden hayatını kazanmanın yolu bir kez açıldı mı sonu gelmemekte ve bir aşamadan sonra kendi kendini yeniden üreten, büyüten bir oluşuma dönüşmektedir.
Bütün bunların sonucu, Müslüman ülkelerde İslam Dünyasında daha öncesinde olmayan ve hiçbir Hıristiyan ülkede veya Budist ülkede olmayan bir “din adamları sınıfı”nın veya daha bilinen adıyla “ruhban sınıfı”nın ortaya çıkması olmuştur. Ve bu sınıf doğası gereği her türlü ilerlemeye, aydınlanmaya, bilime vb. karşıdır. İnsanların özgürce düşündüğü, kaderini eline alma olanağına sahip olduğu toplumlarda ruhban sınıfına, hayatını dinden kazanan din adamlarına ihtiyaç kalmaz. Onun için din adamları sınıfı her türlü gelişmenin karşısındadır. İslam ülkelerinin en büyük sorunlarından biri budur.