Emperyalist propaganda mekanizması, sabahtan akşama İran’daki rejimin “anti demokratik uygulamalarını” anlatıyor. Ambargoların da ağırlaştırdığı ekonomik zorluklardan bunalan İranlıların mücadelesini, bire bin katarak dünya aleme duyuruyor.
Çağımızın gerçeklerinden ve temel çelişmesinden habersiz kimi aydınlarımız ise “İran halkının yanında olmak” gibi masum bir gerekçenin ardına saklanarak bu propaganda bombardımanının amaçladığı tavırlar içine giriyorlar.
Ve ilginçtir bu tartışma, İran ile ABD arasındaki çatışmanın şiddetlendiği günlerde birdenbire alevleniyor. Ve kimi aydınlarımızın aklına İran’ın antidemokratikliği, nedense tam da bu günlerde geliyor.
Yüzyıllık bir tartışmayı şimdi hatırlamanın vaktidir.
Ezen – Ezilen millet çelişmesi
20. yüzyılla birlikte Dünya emperyalizm çağına girdi. Çağın temel çelişmesi emperyalizm (ezen milletler) ile ve ezilen milletler arasındaydı. Zamanın ezilen milletlerinin tamamı sömürgeydi. Türkiye, Fas, İran ve Çin gibi henüz sömürge olmamış ülkeler ise yarı sömürge durumundaydılar. Onlar da ezilen milletlere dahildi.
Geleceğin dünyasını ezilen milletler ile sömürgeci ezen milletler (emperyalizm) arasındaki mücadele belirleyecekti. Lenin’in “İleri Asya, Geri Avrupa” makalesi bir yanıyla bu mücadeleyi, bir başka yanıyla ise geleceğin dünyasını haber veriyordu.
Dünyaya bu bakış açısı, o zaman sanayileşmede en ileri düzeyde olan İngiltere’yi gerici, ona karşı bağımsızlık mücadelesi veren Afgan Kralı Emanullah Han’ı ilerici olarak görüyordu.
Atatürk’ün 1934 yılında Mısır Büyükelçiliğinde sabaha kadar süren ziyaretinin ardından, gün doğarken yanında bulunanlara özetle söylediği ‘Güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, ufuktan kardeş mazlum milletlerin uyanışını da öyle görüyorum. Mazlum milletler, zalimleri bir gün yerle bir edeceklerdir’ şeklindeki sözleri de aynı bakış açısının ürünüydü.
Yüzyılın sonunda durum
Çağın temel çelişmesini Mao Zedung, 1970’lerde emperyalizme karşı mücadele cephesinden ele alarak, “Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor” sözleriyle ifade etmişti.
Yüzyılın başından farklı olarak 1970’lerde, eski sömürgelerde 100’den fazla devlet kurulmuştu. Hala varlığını sürdüren sömürgelerde ise milletlerin kurtuluş mücadelesi bütün hızıyla sürüyordu. Ve bütün dünya halklarının sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek uğruna mücadelesi de, Faşizme karşı zaferin ve Çin ile Küba Devrimlerinin ardından yükselerek devam ediyordu.
1970’lerin sonlarından itibaren devran değişti. Neo liberal gericilik döneminde emperyalizm, önceki yarım yüzyılda kaybettiği mevzileri geri almak üzere saldırıya geçti. Hedef Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın milli devletleriydi.
Emperyalizmin doğal eğilimi tüm dünyada tam tekelini kurmaktır. 20. yüzyılda milli devletler, bu amacın önündeki en önemli engeldi. Onun için son kırk yılın dünyasının özeti, emperyalizmin askeri gücünü kullanarak çıplak zora başvurmasının yanı sıra, gelişmekte olan dünya ülkelerinde, etnik ve dinsel farklılıkları kullanarak 19. yüzyılın sömürgeler dünyasını yeniden ihya etmek olmuştur.
Devletlerin bağımsızlık mücadelesi
İşte bu aşamada, gelişmekte olan dünyada, devletlerin bağımsızlık mücadelesi en önemli olgu olarak öne çıktı. Görülmesi gereken büyük gerçek budur.
Bu olgu görülmeden hiçbir doğru tavır alınamaz.
Ne demek istediğimizi bölgemizden bazı örnekleri vererek hatırlayalım: ABD, 2001 yılından itibaren ikiz kuleler saldırısını bahane ederek önce Afganistan’ı, sonra Irak’ı işgal etti. Herkes sırada İran’ın olduğunu söylüyordu. İran devletinin bu yıllarda bir yandan Çin, Rusya, Venezuela, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkeler başta olmak üzere dünya çapında kurduğu ilişkiler, öte yandan öz kaynaklarına dayanarak milli savunmasını güçlendirme yolunda attığı adımlar, ABD’nin askeri saldırganlığını dizginledi.
Altı çizilmesi gereken gerçek şudur: İran bu mücadelesiyle, sadece kendisini savunmadı, bütün insanlığa büyük bir hizmet yaptı.
İkinci olarak, ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin 2011 yılından itibaren dünyanın 84 ülkesinden 80 bin teröristi örgütleyerek Suriye’ye karşı gerçekleştirdiği vahşet saldırısıdır. Suriye devleti ve halkı, Cumhurbaşkanları Beşar Esad’ın önderliğinde kahramanca bir direniş gösterdi. Suriye, 21. yüzyılın başında mazlum milletlerin en ön cephesinde, dünyanın haramilerine karşı mücadelede yüzbinlerce evladını feda ederek insanlığa en büyük hizmeti gerçekleştirmiş olduğu ile övünebilir.
Üçüncü örnek Türkiye’dir. ABD’nin İslam Dünyasına yönelik saldırısında Suriye’nin ardından sıranın kendisine geldiğini gören Türkiye, 2014 yılından itibaren bu emperyalist gücün ülkedeki FETÖ ve PKK gibi uzantılarına karşı harekete geçti. Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmak istenen terör koridoruna girdi. Ve bu mücadelede doğal olarak Rusya ve İran başta olmak üzere bölge ülkeleriyle birleşme yoluna girdi.
Kısaca Türkiye bu gelişmelerle birlikte Atlantik İttifakı’ndan kopma, Asya’daki yerine yerleşme sürecine girdi.
Doğru tavır
Türkiye ve hemen yanı başımızdaki ülkeleri hepimizin içinde yaşadığımız gelişmelerin canlı örnekleri olduğu için ele aldık. Ama gelişmekte olan dünyanın bütün ülkelerine biraz daha yakından baktığımızda, bu ülkelerle emperyalizm arasındaki çelişmenin kendisini, derece derece nasıl dışa vurduğunu, bu ülkelerin devlet egemenliklerini koruma yolunda, değişen ölçülerde de, olsa nasıl mücadele verdiklerini görürüz.
Bu temel mücadeleyi görmeden hiçbir doğru tavır alınamaz.
Bu tespit bu ülkelerde halkın, emekçilerin sorunlarının olmadığı anlamına gelmez. Gerek demokratik hak ve özgürlükler, gerekse emekçilerin ekonomik hakları açısından bütün bu ülkelerde ciddi sorunların varlığı da bir gerçektir.
Ama bu devletlerle emperyalizm arasındaki büyük çelişme görülmeden ve emperyalizme karşı mücadelede milletin en geniş kesimleri ile birleşme mücadelesine önderlik edilmeden, emekçi halkın özgürlük ve daha iyi bir yaşam mücadelesinde de söz sahibi olunamaz.