Elazığ Depremi ister istemez gündemin ilk sırasına oturdu. Ama aslında bugünlerde en önemli konu, Enver Altaylı hakkında hazırlanan iddianameyle ortaya çıkan gerçeklerdir.
Enver Altaylı bilinmeyen bir kişilik değil. Kişisel hayatı bir bakıma, Türkiye’deki Konrtgerilla örgütlenmesinin tarihidir. Bu bakımdan 1960’lı yıllardan bu yana ülkemizde anti-emperyalist mücadele verenler açısından tanıdık bir simadır.
II. Dünya Savaş’ında Nazilerle, ardından ABD ile çalışan Özbek Ruzi Nazar’la akrabalığı, Talat Aydemir darbe girişimine katılmasına rağmen 1968 – 73 yıllarında MİT’te çalışması, sonrasında MHP’de görev alması, Parti’nin gazetesinde genel yayın yönetmenliği, aynı Parti’nin Avrupa örgütlenmesinde üstlendiği görevler; Türkiye’yi 1980 Amerikancı darbesine götüren süreç göz önüne alındığında gerçek anlamını buluyor.
Enver Altaylı’nın 1980 sonrasındaki faaliyetleri ise Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde üstlendiği görevlerdir. 1990’la birlikte Sovyetler Birliği dağıldı. Altaylı sürece uygun olarak Özbekistan’da Cumhurbaşkanlığı danışmanı olarak görev yaptı. Sonrasında da FETÖ faaliyetleri içinde Türkiye’de üstlendiği görevler, işte şimdi hakkında hazırlanan iddianame ile ortaya konuyor.
Bütün bunların hepsi, bir istihbarat görevlisinin, “Süper Devlet”in Türkiye ve bölge politikasının gereği olarak üstlendiği görevlerdir.
Bununla birlikte hakkında hazırlanan iddianameyle ortaya dökülen kanıtlar, özellikle ABD’nin son yirmi yıl içinde Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’de sahneye koyduğu Ergenekon tertibinin hala “dokunulmayan ayağı”nı ortaya koyması bakımından çarpıcı olmuştur.
Sözünü ettiğimiz; arkada kalan yıllarda sahneye konan tertip kapsamında CHP’ye yapılan operasyondur. İddianame, Altaylı’nın Kemal Kılıçdaroğlu’nun başdanışmanı Rasim Bölücek’le yaptığı 1157 telefon konuşmasını gözler önüne serdi. Üstelik bu telefonlardan bazıları “0” sürelidir. Savcılık bunu, daha güvenli bir hattan görüşme yapılması için verilen bir işaret olarak değerlendiriyor.
Kaldı ki Rasim Bölücek yalnız değildir. Daha önce de CHP’de FETÖ ile ilişkili danışman, MYK üyesi ve diğer aktif görevlerde olan 6 kişi tespit edildi, haklarında dava açıldı ya da görevlerinden uzaklaştırılmak durumunda kaldılar.
Tertibin Ak Parti, MHP kısmı
Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilan edildiği yıllar ve Türkiye’de bu kapsamda Ergenekon tertibinin başladığı yıllar aynıdır: 2000’li yılların başı.
Ak Parti’nin iktidar yapılması, adım adım yerini sağlamlaştırması, FETÖ ve PKK ile işbirliğinin örgütlenmesi bu planın gereği olarak uygulandı. 2007 yılından itibaren ise Ergenekon tertibi için harekete geçildi.
Hedef TSK ve İşçi Partisi (Vatan Partisi) idi. Çeşitli çevrelerden yurtsever aydınlar da tertip kapsamında hedef alındı.
MHP en başından beri kritik bütün dönemeçlerde Ak Parti’nin yanında yer alan tavrıyla tertibin sahneye konmasında üzerine düşen görevi yaptı.
Ama bu iki Parti, 2014 sonrasında adım adım tertibi uygulayan merkeze karşı tavır almaya başladı. İktidarda olmak Ak Parti’nin “şansı” oldu. FETÖ ve PKK ile yollarını ayırdı. Dahası ABD’nin Türkiye’de kullandığı bu iki “enstrümana” karşı mücadele etmek, Ak Parti açısından bir “yaşam sorunu” haline geldi.
Aynı durumu MHP için de söyleyebiliriz. Bu Parti’den kopan muhaliflerin iktidar olmak için, AKP’nin üzerini çizmiş olan ABD ve Avrupa’ya dayanarak CHP ile kurdukları ittifak, MHP merkezini Ak Parti ile ittifaka mecbur bıraktı.
Bu mecburiyet, MHP’nin de deyim yerindeyse “kurtuluşu” oldu.
“Kaset Operasyonu” ve CHP
CHP’ye gelince; Ergenekon tertibi kapsamında bu Parti’nin payına düşen 2010 yılında yapılan “kaset operasyonu” oldu. Tertibe en başından beri net tavır alan Genel Başkan Deniz Baykal istifa etmeye mecbur edildi ve yerine Kemal Kılıçdaroğlu geçirildi.
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığı için gerekli kamuoyu, bir yıl önceki yerel seçimlerde İstanbul Belediye başkan adayı yapılarak ve hemen her gün bir TV kanalında yolsuzluk dosyalarını açıklaması için gerekli belgelerin el altından kendisine verilmesiyle sağlanmıştı. “Yolsuzluklara karşı başarıyla mücadele eden kahraman”, CHP’yi de nihayet iktidar yapacak “beklenen kişiydi!”
Sonrası tam da “kaset komplosu”nu tezgâhlayanların istediği şekilde gelişti. CHP’deki Atatürkçü kadrolar adım adım tasfiye edildi. Yerlerine neo-liberal, Batıcı, HDP ve FETÖ ile ilişkili isimler dolduruldu.
CHP, “Yeni CHP” oldu.
Yeni CHP, yurtsever kesimlerle olan bağlarını takip eden yıllar içinde kopardı. 2011 milletvekili seçimleri ile 2014 yerel seçimleri ve aynı yıl yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu yönde adımlar atıldı.
YCHP, Türkiye’nin ABD’ye karşı attığı her adımın karşısına dikildi. Örneğin FETÖ’nün üzerine gidildiğinde CHP’liler, Zaman gazetesinin önüne ve Silivri’ye koştular dayanışma için. Türkiye, PKK’ya karşı Hendek operasyonlarını başlattı. CHP milletvekilleri hemen bölgeye koştu ve operasyonların durdurulmasını istediler.
Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki ABD-İsrail koridoruna girdi, CHP, “Suriye bataklığında ne işimiz var?” dedi. Libya Hükümeti ile yapılan anlaşma gereği bu ülkeye asker gönderilmesine de karşı çıktı vb. vb.
CHP’nin Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu ile olan ilişkileri ve beklentileri, HDP ile şimdi daha da ileri götürülen işbirlikleri; son olarak yayınlanan Rand Corporation raporunda da açıkça yazıldığı üzere ABD’nin Türkiye için hazırladığı alternatif iktidar projesinin gereği olarak icra edilmektedir.
Enver Altaylı gibi bir CIA görevlisi üzerinden FETÖ ve ABD ile sürdürülen ilişkiler, bütün bu gerçekler göz önüne alındığı zaman bir anlam kazanıyor.
Ergenekon tertibi Mart 2014’te Silivri duvarları yıkıldığı zaman çöktü ama bu tertibin ana muhalefet partisi ile ilgili ayağı hala olduğu gibi sapasağlam yerinde duruyor. Çünkü CHP, 2010 yılında yapılan “kaset operasyonu”nun doğru düzgün bir muhasebesini henüz yapmamıştır.