Coronavirüs salgınının bütün dünyayı sarması ve yaratılan korku ortamında birbirinden ilginç görüşler de ortaya çıkıyor.
Bunlardan biri de insanın, doğa ile olan savaşında çok “ileri gittiği” ve doğanın bu şekilde insandan intikam aldığı şeklinde.
Peki çözüm nedir? “Doğa ile savaşı bırakalım”cıların önerisi, özetle “doğa ile savaşı bırakalım” şeklindedir. Elbette bu ve benzeri öneriler, sorunu yanlış tarafından ele alıyor, söylediklerinin çözüm değerinin olmaması bir yana, tarihi gerçeklerle bir ilgisi yok.
İnsanlık, Coronavirüs benzeri salgınlarla ilk defa karşılaşmıyor. İnsanın doğa ile savaşında, bugünle kıyaslanmayacak ölçüde gerilerde olduğu zamanlarda, bin yıl ikibin yıl öncesinde yaşanan salgınları biliyoruz. 1340’lardaki veba salgınında, Avrupa nüfusunun en az üçte biri ölmüştü.
Amerika’nın keşfinden sonra, Avrupalıların beraberlerinde götürdüğü çiçek hastalığı virüsünden ölen yerlilerin oranı, toplam nüfusun yarısı kadardır. Hatta bazı yerlerde yerli nüfusun hemen tamamı virüs tarafından yok edildi.
Aynı virüsün eski dünyada ilk ortaya çıktığı zaman, daha doğrusu ne zaman ortaya çıktığı ve ne kadar insanın ölümüne yol açtığının bilgisine ise ne yazık ki sahip değiliz.
Ama kutsal kitaplara bir şekilde yansıyan, çeşitli kavimlerin bir anda toptan “helak olduklarına” ilişkin hikâyeler; insanoğlunun tarih öncesi çağlarda, yani doğaya müdahale anlamında, daha kayda değer fazla bir şey yapmadıkları dönemde bile çeşitli salgınlarla karşılaştıklarının ve büyük bedeller ödemiş olduklarının kanıtlarıdır.
Bugün Koronavirüse karşı verilen mücadele de, insanın doğaya karşı verdiği mücadelenin bir parçasıdır. Bu mücadeleden vazgeçmek düşünülemeyeceğine göre, üzerinde düşünülmesi gereken nokta, doğaya karşı mücadelenin nasıl verileceğidir.
Doğaya müdahalenin kısa tarihi
“Homo habilis” alet yapan insan demektir. İlk olarak ortaya çıkması yaklaşık iki milyon yıl önceye tarihlenir.
İnsanın alet yapmaya başlaması; basit toplayıcı, leş yiyici ve sadece küçük canlılarla beslenmekten ibaret yaşam tarzını yavaş yavaş geride bırakarak, doğaya etkin bir şekilde müdahale etmeye başlaması anlamına gelir.
Yani insanın doğa ile savaşının iki milyon yıllık bir geçmişi var. Avcılık ve toplayıcılıktan, hayvan yetiştiriciliğine ve tarımsal üretime geçiş, tarihte, doğa ile mücadelede, ikinci önemli dönüm noktası oldu. Yaşadığı çevrede, zaten var olana basit el koymadan ibaret olan avcılık ve toplayıcılığın yerini, böylece doğaya daha bilinçli müdahale aldı. İnsan, çeşitli biçimlerde yararlandığı hayvanları bizzat yetiştirmeye başladı. Tarımda üretici aşamaya geçiş ise, toplayıcılığı yapılan bitkinin üretiminin insan eliyle gerçekleştirilmesidir. Böylece, içinde yaşadığı çevrenin basit bir bileşeni olmaktan, çevreyi ihtiyaçlarına göre değiştiren – tabi belli ölçülerde – konuma geldi.
Doğaya müdahalede etkinlik, sonraki bin yıllar içinde giderek daha da arttı. Kapitalizmle birlikte üretici güçlerdeki büyük gelişme, bilim ve teknolojide meydana gelen devasa ilerleme, insan nüfusunun milyonlu rakamlardan milyarlı rakamlara sıçraması ve en önemlisi bireysel çıkar sistemi, doğaya müdahaleyi doğanın dengesini bozan boyutlara vardırdı. Normalde 10 bin yılda gerçekleşen ısı artışının (yaklaşık 1 derece) son 70 -80 yıl içinde gerçekleşmesi, insan etkinliği sonucu artan çölleşme, betonlaşma, hava kirliği, ozon tabakasının delinmesi, denizlerin kirlenmesi vb. vb.
Tartışılması gereken konu, doğaya müdahaleden vazgeçmek değil; doğaya niçin, nasıl ve hangi amaçla müdahale edileceğidir.
Doğa insan ilişkisinde doğru politika
Doğaya karşı mücadele iki perspektifle ele alınabilir: 1. Kapitalizmin bireysel çıkar perspektifi. 2. Bütün insanlığın çıkarı perspektifi.
Tek tek kapitalistin çıkarı açısından bakıldığı zaman hava kirliliğinin, betonlaşmayı önlemenin, yeşili korumanın, denizleri temiz tutmanın; kısacası kapitalistin kazancının bir bölümünü bu işler için ayırmanın kârlı hiçbir yanı yoktur. Hatta tam tersine, kapitalistin bu alanlara ayıracağı kaynaklar, rekabette onun elini zayıflatacaktır.
Dünyanın en büyük tekellerini bir araya getirseniz, ozon deliğini yamayacak kaynağı bir kenara ayırıp gerekli yatırımları yapmaya ikna edemezsiniz. Yatırımın sonunda bu şirketlerin kasasına girecek bir para yok.
İnsandaki yabancılaşmayı önlemek, ruh sağlığını korumak; bunlar da kapitalistin ilgi alanına girmez. Tam tersine insanların ruh sağlığı bozulmuşsa, kapitalist açısından kâr elde edebileceği yeni bir “iş sahası” açılmış demektir.
Oysa doğanın dengesini korumak için yatırımlar yapmak, insanı insan yapan özellikleri geliştirmek; bütün bunlar, insanlığın yararınadır ve aynı zamanda insanın doğaya karşı verdiği mücadelenin bir parçasıdır.
İşte bu noktada kapitalist serbest piyasa sistemi ile insanlığın en hayati çıkarlarının karşı karşıya gelmiş olduğu gerçeği ile yüzyüze geliriz. Kapitalizm tarihi rolünü oynadı. Feodalizmi tasfiye etti, üretici güçleri geliştirdi. Bilim ve teknolojideki gelişmeler, insanlığı dünya ölçeğinde herkese yetecek kaynakların yaratılmasını mümkün kıldı.
Ozon tabakasının delinmesi, insan başta olmak üzere yeryüzündeki canlıları zararlı ultraviyole ışınlarından koruyan kalkanın ortadan kalkması demektir. Denizlerin kirlenmesi, ölçüsüz karbondioksit salınımı, tarım arazilerinin rant uğruna yağmalanması, ormanların yok edilmesi, çölleşme vb. vb. bütün bunlar; ülkeler, bölgeler ve hatta dünya çapında ancak bütün halkların dahil olduğu büyük kamusal projelerle önlenebilir. Koronavirüs olayında bu gerçeği çarpıcı bir şekilde gözlemliyoruz.
Kısaca insanlık doğa ile olan mücadelesini, şimdi ancak dünya ölçeğinde büyük kamusal projelerle yapabileceği bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Doğa ile mücadelede geri adım atmak değil, tam tersine doğanın da insan yaşamı açısından son derece önemli yerini bilen ve bu gerçeğe göre hareket eden, bütün insanlığın yararına olacak büyük kamusal projeleri hayata geçirecek olan mücadeleye girişmek gerekir. Yani doğa ile mücadelede, bütün insanlığın çıkarına olacak şekilde daha ileri gitmektir günün görevi…