Dünyada “otoriter” yönetimler mi güçleniyor?
3. Bugünlerde yaygın olarak dile getirilen bir diğer görüş, dünyada “otoriterleşme” eğilimlerinin güçlendiği, salgının. baskıcı yönetimlere kendilerini daha da güçlendirme fırsatını verdiğidir. “Otoriter” kavramı söz konusu çevreler tarafından “faşizan” anlamında kullanılıyor. Bu iddialar yeni değil. ABD ve müttefikleri bilindiği üzere bir zamandır Çin, Rusya, İran ve Türkiye gibi ülkelerin “otoriter” olduğu veya “otoriterleşme yolunda ilerledikleri” yolunda propaganda yapıyorlar. Emperyalizmin ölçüsü bellidir. ABD’ye karşı isen “demokratik” değil, “otoriter”sin. Özellikle son 40 yıl içinde Batı’nın “özgürlük” ve “otorite” tanımlamalarının ne anlama geldiğinin sayısız örneğini gördük.
Saddam, Kaddafi, Esad gibi liderler “zalimdi”, “diktatördü”. PKK, IŞİD, El Kaide, Heyet Tahrir üş-Şam gibi örgütler ise “özgürlük savaşçıları”. İşleri bittikten sonra bu örgütlerin “şeytan” ilan edilmesine bakmayın, yaratıcıları ABD’dir.
Öte yandan Suudi Arabistan gibi ABD’nin müttefiki olan ülkeler konusunda tek bir laf edilmemesi ise yeterince aydınlatıcıdır.
Dimitrof’un, faşizm konusunda yaptığı ünlü tanımlamayı hatırlamakta yarar vardır: “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.” Türkiye gibi gelişmekte olan dünya ülkeleri için ise bu tanımı; “Faşizm, burjuvazinin emperyalizme en bağımlı, en şoven, en baskıcı yönetimidir” şeklinde yapabiliriz. Faşizm ya da şimdi daha çok kullanılan ifadeyle “otoriter rejimin” olabilmesinin birinci şartı emperyalizmle işbirliğidir. 20. Yüzyıl boyunca bütün gelişmekte olan ülkelerin pratiklerinde defalarca doğrulanmış bir gerçektir bu.
Çünkü günümüz dünyasında gericilik merkezi emperyalizmdir. Dünyanın gericilik merkezi ile çelişmeler içinde olan bir yönetimin aynı zamanda kendi halkına baskı ve zulüm uygulayan bir yönetim olması düşünülemez. Çünkü hiçbir yönetim, emperyalizm gibi bir düşmana karşı halkının desteğini almadan mücadele edemez.
Devletler içe mi kapanacak?
4. Üzerinde duracağımız dördüncü görüş, Koronavirüs salgını ile birlikte “küreselleşme” karşıtı eğilimlerin geliştiği ve devletlerin içe kapanma eğilimlerinin bundan sonra daha da güçleneceğidir.
2 Nisan günü Çin Komünist Partisinin inisiyatifiyle 100’den fazla ülkeden, 230 Parti bir araya geldi ve bir ortak bildiriye imza attı. Türkiye’den Ak Parti ve Vatan Partisi’nin de aralarında olduğu bu partiler, tehdidin dünya çapında olduğunu ve bütün insanlığı hedef aldığını ve dolaysıyla bütün ülkelerin dünya çapında işbirliği yapması gerektiğini ilan ettiler.
Koronavirüs salgını, tarihte hiçbir dönemde görülmedik ölçüde bütün insanlığın birbiriyle çok yakın ilişkiler içinde olduğunu, deyim yerindeyse bütün dünyanın adeta “büyük bir köy” haline geldiği gerçeğini herkese gösterdi.
16 yüzyılda dünyanın bütün kıtalarının keşfiyle birlikte gerçek anlamda başlayan “küresellleşme”, bugün artık hiçbir ülkenin, hatta dünyanın hiçbir köşesinin dışında kalmadığı bir gerçekliğe ulaşmış durumdadır. Bu saatten sonra ülkeleri yeniden dünyadan kopararak içeri kapatmak mümkün değildir.
Bugün her sistemin kendine ait bir “küreselleşme” programı vardır. Önemli olan iflas edenle, gelişmekte olanı birbirinden ayırabilmektir.
“İçe kapanma eğilimleri” güçlenecek iddiasında bulunanlar, salgın karşısında ilk elde çeşitli Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin verdiği tepkilerden hareket ediyorlar. Yanılgı da buradan başlıyor. Avrupa ve ABD’de tanık olunan söz konusu tepkiler, kapitalizmin özel çıkar sisteminin sonucu olan davranışlardır ve kesinlikle günümüz dünyasını, günümüz insanının çıkarlarını ve dünyada gerçekte neler olup bittiğini yansıtmamaktadır.
Nitekim ilk şaşkınlıktan sonra Avrupa Birliği de şimdi, “salgına karşı hep birlikte daha etkili bir mücadeleyi nasıl yapabiliriz”i konuşuyor.
ABD, geleneksel alışkanlıklarının sonucu olan ilk tepkilerinin ardından şimdi Çin’den nasıl yardım alacağını düşünüyor. İtalya ve İspanya gibi ülkelerde Çinli, Kübalı ve Rus doktorların, sağlık ekiplerinin alkışlandığı görüntüler, aslında dünyanın ne kadar içiçe geçtiğinin ve birbirine ne kadar ihtiyacı olduğunun resmidir. Bitmekte olan emperyalist küreselleşmedir. Ama bununla birlikte şimdi, milli devletlerin karşılıklı yarar temelinde daha sıkı ilişkiler içine girmeleri anlamında küreselleşmenin daha ileri boyutlara taşındığını görüyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Dünyanın dört bir yanından, değişik görüşlerden 230 partinin yayınladığı bildirinin son maddesi, tartıştığımız konuyu bağlamak açısından son derece uygundur:
“COVID-19 salgını, bütün ülkelerin tartışma ve işbirliği aracılığıyla ortak bir büyüme gerçekleştirme şeklindeki küresel yönetişim bakış açısını daha da geliştirmeleri ve küresel halk sağlığı yönetişimi konusunda Birleşmiş Milletler ile Dünya Sağlık Örgütü’nün öncü rolünün desteklenmesi gerektiğini gözler önüne sermiştir. Halk sağlığı açısından ortak bir geleceğe sahip küresel bir toplum oluşturmaya çalıştığımız için, bütün tarafları, uluslararası düzlemde salgını engelleme ve kontrol altına almada etkili olmak amacıyla, G20 ve diğer uluslararası mekanizmalar çerçevesinde eşgüdümü ve işbirliğini güçlendirmeye çağırıyoruz.
Dünyanın önde gelen siyasi partileri olarak, yaşamakta olduğumuz olağandışı koşullar altında yakın iletişimi sürdürme ve Covid-19’a karşı küresel mücadeleyi siyasal enerjiyle donatmada siyasal önderliğe düşen rolü daha iyi bir biçimde yerine getirme sorumluluğunu üstlendiğimizi ilan ediyoruz. Tıpkı güneşin her fırtınadan sonra parıldaması gibi, mevcut zorluklarımızın da geçici olduğuna olan inancımız tamdır. Uluslararası toplum, ortak çabalarını güven ve kararlılıkla sürdürür ve bilime dayalı ve hedef odaklı bir yaklaşım benimserse, Covid-19’a karşı yürüttüğü küresel mücadelede kesinlikle nihai zafere ulaşacaktır. Salgının üstesinden gelinmesiyle, insanlık için ortak bir gelecek öngören topluluğun bu süreçten güçlenerek çıkacağına ve insanlığın daha aydınlık bir yarını kucaklayacağına inanıyoruz.”