25 Nisan 2020 akşamı Ülke TV’de, “Konuşacaklarımız var” adlı programda ilgimi bir hayli çeken bir konu işlendi. Orhan Karaağaç’ın yönettiği programın konukları Akdeniz Üniversitesi’nden Doçent Doktor Yasin Pişgin ile “Araştırmacı – Yazar” M. Fatih Çıtlak idi. Programın konusu, “Hazreti Musa ile Hazreti Hızır’ın Kıssası.”
Söz konusu “Kıssa”yı yanlış hatırlamıyorsam Ortaokul sıralarındayken okumuştum ve beni çok etkilemişti. Sanıyorum düşünce hayatımın şekillenmesinde rol oynayan etkenler içinde bu “Kıssa”dan çıkardığım derslerin de önemli bir payı oldu.
Hikâyenin konusu aklımda kaldığı kadarıyla özetle şöyleydi: Musa peygamber ve Hızır, “iki denizin birleştiği yerde buluşurlar ve beraber bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuğun başında, kendisine “ilmini öğretmesini” isteyen Musa peygambere Hızır, görüp yaşayacakları olaylar karşısında sabretmesini ve kendisine soru sormaması şartını koyar. Musa peygamber kabul eder. Beraber bir köye giderler. Köyde kimse kendilerini evlerine misafir olarak kabul etmez. Dışarda yıkık bir duvarın dibinde kıvrılıp uyurlar. Sabah kalkınca Hızır, yıkık duvarı onarmaya başlar. Musa peygamber dayanamaz sorar: “Ya Hızır, bize bu kadar kötü davranan bir köye bu iyiliği neden yapıyorsun?” Hızır, Musa’ya yola çıkarkenki uyarısını ve kendisinin verdiği sözü hatırlatır. Yola devam ederler.
Akşam başka bir köye varırlar. Bu sefer bir eve konuk olurlar ve ev sahipleri kendilerini çok güzel ağırlar. Sabah erkenden kalkarlar, ayrılmadan evvel Hızır, evin küçük çocuğunu bir köşede boğarak öldürür. Musa gene tutamaz kendini; “Ya Hızır ne yaptın? Bize bu kadar iyi davranan evin çocuğunu neden öldürdün?” diye sorar. Aynı cevabı alır Hızır’dan: “Soru sormayacaktın, söz vermiştin!”
Sonra bir deniz yolculuğu yapmak söz konusu olur. Ama binecekleri tekneye verecek paraları yoktur. Tekne sahibi ile konuşurlar. Tekne sahibi para almadan onları gidecekleri yere götürmeyi kabul eder. Vardıkları yerde inmeden Hızır, gizlice teknenin bazı tahtalarını söküp denize atar. Musa Peygamberin artık sabrı taşmıştır. “Evet sana soru sormayacağım diye söz vermiştim ama bu kadarı da fazla. Bize çok kötü davranan köyde yıkık duvarı onarıyorsun. Bizi misafir eden evin çocuğunu öldürüyorsun. Ve bize iyilik eden tekne sahibinin teknesinin tahtalarını söküyorsun. Neden bunları yapıyorsun?”
Hızır, bunun üzerine Musa peygamberi karşısına alır, önce verdiği sözü tutmamış olduğunu hatırlatarak ortak yolculuklarının bundan dolayı artık bittiğini söyler ve ardından sorularının cevaplarını tek tek açıklar: “Onardığım duvarın altında bir hazine vardı. O köyde iki yetim çocuk yaşıyordu. Çocuklar büyüyene kadar hazine, o kötü insanların eline geçmesin diye duvarı onardım. İkinci köyde öldürdüğüm çocuğa gelince; o çocuk büyüyünce anne babasına çok kötülük yapacaktı. Bize iyilik yapan o iyi karı kocayı böylece bir kötülükten kurtardım. Tekneye gelince; eğer tahtaları sökmeseydim tekne hemen yoluna devam edecekti ve ilerdeki burnun arkasında bekleyen korsanların saldırısına uğrayacaktı. Tahtaları söktüm, tamir için mecburen bekleyecekti ve o arada korsanlar oradan ayrılacaklardı.”
Yorumlar
Ülke TV’nin söz konusu programında konuşmacılar, programda kendilerince bu “kıssayı” yorumladılar: Onlara göre;
– “Bu olay kader meselesidir, yani bizim hafsalamızın, idrakimizin ötesindedir.” “Aklen idrak edemeyeceğimiz durumlar olabilir.”
– “İnsan imtihandadır. Zalim zulmederken, mazlum zulme uğrarken imtihandadır. İmtihanı sadece bu dünya ile sınırlı düşünmek en büyük yanılgıdır. Öbür dünyada bu dünyada bütün olup bitenlerin hesabı görülecektir.” vb.
-“Çocuğun öldürülmesi aslında çocuğa merhametti!”
– “Allah’ın emrindeki melek can alabiliyor da, emrindeki kul neden can alamasın?”
Ve benzeri daha bir çok yorum… Kısacası akıl ve bilim devre dışı.
İki mesaj, iki ders
Musa-Hızır kıssası ve söz konusu programda yapılan yorumlar üzerine çok şey söylenebilir. Ama bu yazı vesilesiyle iki nokta üzerinde durmak yeterli olacaktır.
Birinci mesaj; “İnsanoğlunun zekâsı, çevrede olup biten gelişmelerin içyüzünü kavramaya yetmez. Bunları anlayabilmesi için mutlaka bir mürşide (yol göstericiye) ihtiyacı vardır. Ve ‘kul’un, mürşidin yol göstericiliğinden yararlanabilmesi için, ona kayıtsız şartsız tabi olması gerekmektedir.”
Orta Çağ’ın bütün tarikat ve cemaat örgütlenmeleri, özetle böyle bir dünya görüşünün yarattığı zemin üzerinde hayat bulurlar. Atatürk’ün “hayatta en hakiki mürşit bilimdir. Bilimden başka bir mürşit aramak gaflettir, cehalettir” şeklindeki sözleri, işte bu anlayışın eleştirisi ve reddidir.
İkinci mesaj; ortada somut bir kanıta dayanan “suç” olmasa da kişi cezalandırılabilir, hatta öldürülebilir. Böyle bir eylemin de, insan aklının almayacağı ve ancak ilahi bir otorite nezdinde bilinebilen bir nedeni mutlaka vardır!
İnsanlık feodalizmi geride bırakırken, “Kanıtsız suç olamayacağı”, “Suçun şahsiliği”, “Vücut bütünlüğünün korunması” vb. gibi en temel insan hakları arasında sayılabilecek esasları kabul etti. Herhangi bir kanıta dayanmadan insanları suçlamak ve onları cezalandırmak Orta Çağ’da mümkündür. Günümüzde de dünya gericiliğinin merkezi emperyalizm ile onun maşalığını yapan IŞİD benzeri yapılar, insanlığın yaklaşık 800 yıldan beri mücadeleyle elde ettiği bu kazanımlara saldırıyorlar.
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştırdıktan sonra “asıl savaşımız şimdi başlıyor” derken kastettiği, Ortaçağ’a ait bu ayakbağlarından kurtulmaktı. Kurtuluş Savaşımız emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı verildi. Ama daha sonra sürdürülen Cumhuriyet Devrimi, emperyalizmle birlikte Orta Çağ ideolojisini, kurumlarını ve ilişkilerini hedef aldı.
Hz. Musa ile Hızır Aleyhisselam kıssasına şimdi, bütün insanlığın Koronavirüs belasına karşı, aklın ve bilimin rehberliğinde vermekte olduğu mücadelenin dersleri ışığında bakmakta yarar vardır.
Olup bitenleri “kader”e bağlayan anlayış; Koronavirüs belasını da, ona karşı verilen mücadeleyi de anlayamaz.