1960’larda James Melaart başkanlığında yürütülen kazı çalışmaları sonucunda MÖ 8. bin yılın ortalarında Çatalhöyük’te (Konya), bugün “Neolitik Kent” olarak nitelendirilen tarihin bilinen en büyük ilk yerleşmesi (yaklaşık sekiz bin nüfuslu) ortaya çıkarıldı.
Robert Braidwood ve Halet Çambel tarafından gene 1960’lı yıllarda kazılarına başlanan Diyarbakır Ergani Çayönü yerleşmesi, Anadolu’daki Neolitik yerleşim tarihini 2000 yıl daha eskiye götürdü. MÖ 9 binli yıllarda Çayönü’nde kült merkezlerinin olduğu, tarım ve hayvancılığa ilk geçişlerin yaşandığı ve hemen yakında bulunan bakır kaynaklarından elde edilen aletlerin (ergitilme yoluyla değil kabaca dövülerek) kullanıldığı ortaya çıktı.
1980’lerle birlikte Urfa’da önce Nevali Çori sonra Gürcütepe’de yapılan kazılar; Çayönü örneğinin tek olmadığını ve bütün bölgede hala gün ışığına çıkarılmamış aynı döneme ait çok sayıda yerleşimin olduğu ortaya çıktı.
1995 sonrasında ise Alman Arkeolog Klaus Schmidt’in başkanlığında yürütülen Göbeklitepe kazıları ile birlikte bütün tarih bilgilerimiz kökten değişti. Artık biliyoruz ki insanlık, günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce büyük anıtsal projeleri hayata geçirebilecek bilgi birikimine, ideolojik donanıma ve toplumsal örgütlenmeye sahiptir. Elbette bu düzeye ulaşmasını mümkün kılan binlerce yıllık bir arka plan da vardır. Ve bu gelişme başka yerde değil, Anadolu’da yaşanmıştır.
Şimdi biliyoruz ki Mardin Midyat’taki Boncuklu Tarla, Batman’daki Hallan Çemi, Körtik Tepe (Diyarbakır) ve Gussir Höyük’te (Siirt) bulunan yerleşimler, Göbekli Tepe’den en az 500 yıl daha eskidir. Viranşehir’de bulunan ve neolitik döneme tarihlenen T biçimli dikilitaşların yüzeyde bulunduğu Sefertepe ve Karahan yerleşimleri ise araştırılmayı beklemektedir.
İşte dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan zenginlik budur. Bu zenginliğin ortaya çıkarılmasında yukarda isimlerini andığımız değerli bilim adamlarının yanısıra Ekrem Akurgal, Jale İnan, Mustafa İnan, Ufuk Esin, Manfred Osman Korfman ve Arif Müfid Mansel başta olmak üzere öncü arkeologlarımızın hepsine şükran borçluyuz.
Şimdiye kadar yapılan yüzey araştırmaları, söz konusu dönemlere ait ve henüz kazma vurulmamış daha yüzlerce yerleşim yeri daha olduğunu gösteriyor. Gerekli kaynakların ayrılması ile birlikte, önümüzdeki on yıllar içinde 10 tane daha “Göbeklitepe”miz, 10 tane daha “Çatalhöyük”ümüz vb. gün ışığına çıkabilir.
Türkiye ne yapıyor?
Toplam olarak 45 üniversitemizde arkeoloji bölümü var. Bu bölümlerden her yıl yaklaşık bin öğrenci mezun oluyor. Ama bu mezunlardan gene yaklaşık sadece 10 tanesi kendi alanında iş buluyor.
İşte bu da, söz konusu zenginliğin ne kadar farkında olduğumuzun resmidir.
2019 yılı öğretim yılının başlangıcında Arkeolog Prof. Celal Şimşek yaptığı açıklamada, “geçen yıl 18 arkeoloji bölümünün öğrencisizlikten kapandığını, bir o kadarının da kapanacak gibi göründüğü” bilgisini veriyordu. En büyük aymazlık budur. Türkiye her yıl 1000 arkeoloji mezununa, alanları ile ilgili iş olanağı sunduğu gün, kendi geleceğine en büyük yatırımı yapmış olacaktır.
Ülke kaynaklarını bir yandan hiçbir faydası olmayan alanlara ayırmak, ama arkeoloji gibi gerekli önem verildiği zaman her bakımdan Türkiye’yi güçlendirecek bir alandan ise esirgemek Türkiye’nin büyük sorunudur.
Bu sorun; tarihe, bugüne ve geleceğe bakış ile ilgili ideolojik bir sorundur.
100 bin arkeolog istihdam etmek!
Bu önemli sorunu çözmek için Türkiye’nin, Atatürk dönemine dönüp bakması gerekiyor. Dünya savaşının yıkıntıları içinden çıkmış Türkiye, çok kıt olanaklarının olduğu dönemde bir kaç alana büyük yatırımlar yaptı.
“Demirağlarla anayurdu dört bir yandan birbirine bağladı.” En doğudan en batıya kadar bütün şehirleri kapsayan bir temel sanayi yatırımları hamlesine girişti ve başardı.
Ve bütün bunlarla birlikte “Üniversite reformu”nun bir parçası olarak Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesini öğretime açtı. Tarihimizin, en büyük güç kaynaklarımızdan olduğu bilinciyle hareket etti. “Sümerbank” ve “Etibank” işletmelerinin adları, bir ülkenin tarihsel arka planının, geleceğin inşasının emrine nasıl verileceğinin somut örnekleridir.
Keza Atatürk’ün kurulmasına önayak olduğu Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarına gösterdiği yakın ilgi ve çalışmaları için sunduğu olanaklar da son derece öğreticidir.
Bilimsel bir anlayışla tarihe olan yatırım, gerçekte geleceğe olan yatırımdır. Nereden gelip nereye gideceğini bilen genç neslin varlığı, bir ülkenin sahip olabileceği en değerli varlıktır.
Bu söylediklerimiz bazıları açısından çok fazla bir anlam taşımayabilir. Ama onların da anlayabileceği ve itiraz etmeyeceği bazı verilerden hareketle meramımızı anlatmaya çalışalım:
Göbeklitepe’yi 2019 yılında yaklaşık 500 bin kişi ziyaret etti. Kaldı ki bu bir başlangıçtır. Önümüzdeki yıllar içinde bu rakamın katlanarak artacağını söylemek abartı olmaz.
10 Göbeklitepe, 10 Çatalhöyük, 10 Nevali Çöri – Çayönü aracılığıyla insanlığın son 15 bin yıllık tarihini bütün dünyanın bilgisine sunabilmek, hayallerin ötesinde bir zenginlik kaynağının kapısını aralar.
Ayasofya’yı büyük çoğunluğu yabancı turist olmak üzere 2019 yılında 3 milyon 700 bin kişi ziyaret etti. Göbeklitepeler ve Çatalhöyüklerin ziyaretçi potansiyeli Ayasofya ile kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Gerekli yatırımların yapılması ve tanıtılmaları şartıyla….
Bu konuyu şöyle bağlayabiliriz. Türkiye’nin 100 bin arkeolog istihdam etmesi demek, en az bir milyon yurttaşına bu alanda iş olanağı yaratması demektir. Tarih turizminin milyonlarca ziyaretçisinin, hizmet ve ticaret sektörüne yapacağı katkılar da tahmin edilebilir.
Borçlanma ekonomisinin iflasının yaşandığı ve çıkış yolunun üretimde arandığı günümüzde Türkiye’nin bu eşsiz zenginliğini değerlendirmesi zorunluluktur.