Türkiye, 40 yıllık neoliberal çılgınlığın ardından bugün yeniden “Kendi ayakları üzerinde durma”, “Milli Üretim”, “Üretim Devrimi” vb. konuları gündemine almış durumda.
Bu konuda doğru bir değerlendirme için göz önünde bulundurulması gereken iki önemli olgu var:
“Borçlanma ekonomisi” politikaları iflas etti. Neoliberal sistemin dünya çapında yaşadığı ekonomik kriz, krizi daha da ağırlaştıran Korona salgını, hemen herkesi yeni arayışlara itiyor. Yakın zamana kadar borçlanma ekonomisinin en hararetli savunucuları arasında olan mevcut İktidarın da, bugün artık ‘üretim ekonomisine dönmek’ten, ‘yerli üreticiyi korumak’tan, ‘gümrük duvarlarını yeniden dikmek’ten bahsediyor olması, göz önüne alınması gereken önemli bir olgudur.
Elbette bu değişimin yaşanmasında Çin gibi halkçı devletçi sistemi uygulayan ülkelerin son dönemde elde ettiği büyük başarı ve dünyanın en büyük ekonomisi olmasının yarattığı olumlu etki de var.
İkinci olgu, dünyamızın çok kutuplu bir döneme girmesi ve Bölgesel Birliklerin önem kazanmasıdır.
Türkiye de önümüzdeki dönemde, ülke çıkarlarına en uygun bölgesel oluşumlar içinde yer alacaktır. Bugün artık kendini dayatan üretim ekonomisi politikasını bu çerçeve içinde düşünmek gerekiyor. Başarı, ancak böyle mümkün olabilir.
Büyük iç pazar
Batı Asya’da bizimle komşu durumdaki ülkelerle ekonomik alanda gerçekleştirilecek işbirliği, doğru bir üretim ekonomisi politikasının olmazsa olmazıdır. Böyle bir coğrafyada olmak aynı zamanda Türkiye’nin büyük şansıdır.
Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve KKTC’nin oluşturacağı birlik, çok çeşitli açılardan büyük avantajlara sahiptir. İlk elde anılan ülkelerin oluşturacağı birlik, kaçınılmaz olarak kısa bir süre içinde Lübnan, Ürdün, Filistin, Kuveyt, Katar, Gürcistan ve Ermenistan gibi bölge ülkelerini de kendine çekecektir.
Böyle bir birlik, her şeyden önce büyük bir “iç pazar” avantajına sahip olacaktır. Son zamanlarda dünyanın önde gelen ekonomileri olarak öne çıkan ülkelerin hemen hepsinin, büyük iç pazarlara sahip olması son derece önemlidir. Çin, Hindistan, Brezilya vb.
Batı Asya Birliği, Yaklaşık 300 milyon nüfus ve 3 trilyon dolar milli hasıla ile yola çıkmış olacaktır. Birlik orta vadede, dünyanın en büyük 4 veya beşinci ekonomisi olacaktır.
Dünya enerji kaynaklarının yüzde 40’ı bu bölgededir. Fosil yakıtların önümüzdeki yarım yüzyılda da sanayinin esas girdisi olmaya devam edeceğini düşünürsek bu rezervlerin önemi daha iyi anlaşılır. Bor ve krom gibi sanayide son derece önemli girdilerin rezervlerinin büyük çoğunluğu bu bölgede bulunuyor.
Güneş başta olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları açısından da bölge iklimi son derece uygundur. Yani Batı Asya Birliği fosil yakıt sonrasının dünyasında da büyük avantajlara sahip olacaktır.
Bölgenin coğrafi koşulları ve iklimi, sadece kendini değil bütün dünyayı doyuracak potansiyele sahiptir. Burası; buğdayın, arpanın, mercimeğin koyunun, keçinin ve sığırın vd. anavatanıdır.
Bölge tarihi zenginlikler açısından ise eşsizdir. Dünyada yaşayan halkların çok önemli çoğunluğunun tarihinin en azından bir bölümü bu topraklarda yaşanmıştır. Tek tanrılı dinlerin hepsinin anavatanı Batı Asya topraklarıdır.
Jeostratejik konumu açısından da Batı Asya son derece önemlidir. Üç kıta arasında köprü durumundaki konumu bugüne kadar yabancı istilacıların iştahını kabarttı. Söz konusu konumu dolaysıyla, özellikle son yüzyıl içinde, emperyalistlerin dünya hegemonyası için giriştikleri yarışta, gözlerini diktikleri yer oldu. Sadece ABD’nin son Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında gerçekleştirdiği saldırılarda dört milyona yakın Batı Asya insanı hayatını kaybetti.
Ama söz konusu konum, önümüzdeki dönem Batı Asya’nın büyük şansı olacaktır. Emperyalist saldırganlığın alt edildiği koşullarda üç kıta arasındaki konumu ve diğer avantajları ile Batı Asya yeniden uygarlığın merkezi olmaya adaydır.
Ayasofya kararı
Batı Asya, son 15 bin yıllın 12 bin yılında, insanlığın tarih içindeki yürüyüşünde başı çekti. Deyim yerindeyse dünyanın “merkezi” oldu. Son üç bin yılı ise, Mısır, Hindistan ve Çin ile paylaştı.
Atlantik uygarlığı ise son dört yüzyıldır elde etmiş olduğu yeri şimdi kaybediyor, kaybetti. Uygarlığın merkezi, asli yerine geri dönüyor.
Türkiye “Üretim Devrimi”ne böyle bir tarihsel perspektifle bakmak durumundadır. Batı Asya Birliği’ni oluşturma yolunda atılacak her adım Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu büyük üretim hamlesini gerçekleştirmesine hizmet edecektir.
Onun için Şam ile ilişki kurmak, basit bir “komşuyla diplomatik ilişki kurmak” olayının ötesinde anlam yüklüdür. Mısır’a büyükelçi göndermek de…
1934 yılında Ayasofya’yı tarihsel anlamına uygun olarak müze yapan Atatürk, bu büyük gerçeğin bilincindeydi. Bugün yeniden cami yapılması kararını verenler ise (Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Temmuz akşamı, Danıştay’ın Ayasofya kararı üzerine yaptığı konuşmada Atatürk’ü ve Cumhuriyet Devrimi’ni hedef aldı, Cumhuriyet hukuku yerine Osmanlı hukukunu savundu.) bu tarih bilincinden yoksun, iki adım ötelerini görmekten aciz kişiler olarak tarihe geçeceklerdir.