Tarih boyunca hiçbir uygarlık, çevresine salt kaba kuvvetle yayılmadı. Etki alanına giren halklara yönelik ideolojik, siyasal, ekonomik, toplumsal vb her alanda daha iyi bir dünya vadetmesi ve bu iddia doğrultusunda attığı adımlar, yaptığı çalışmalar; söz konusu uygarlıkların çevresine doğru yayılmasını mümkün kıldı.
Her uygarlığın bu misyonu üstlenen gönüllüleri, “fedaileri” oldu.
İslam dünyasında Derviş geleneği böyle bir anlayışın ürünüdür. Irak kökenli Sufi dervişler ve Horasan kökenli Melami dervişleri, aralarındaki bazı farklara rağmen temelde aynı işlevi görmüşlerdir. İslamiyetin girdiği yeni alanlarda, orada yaşayan halkla temasa geçerek; alçakgönüllülükleri, sade yaşayışları ve ellerinden geldiğince herkese yardımcı olmalarıyla gönüllere girmişler, deyim yerindeyse kalpleri fethetmişlerdir.
Tarihçiler, Orta Asya’dan Anadolu’ya 10. ve 13. yüzyıllar boyunca süren Türk kavimlerinin göçleri sonucunda toplam olarak 500 bin ila 1.5 milyon arasında insanın gelmiş olduğunu söylerler. Aynı dönemde Anadolu’nun toplam yerli nüfusu 7 milyon kadardır. Türk göçü sırasında kitlesel katliamların veya Anadolu’dan başka coğrafyalara toplu göçlerin olmadığını biliyoruz. Tarihi gerçek şudur ki, Anadolu’da yaşayan yerli nüfusun çok önemli bir kısmı geçen yüzyıllar içinde İslamiyeti kabul etti ve Türkleşti. Bu değişimin gerçekleşmesinde Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre gibi “Dervişan-ı Rum” (veya Abdalan-ı Rum – Gaziyan-ı Rum) olarak adlandırılan Anadolu dervişlerinin tayin edici bir katkısı oldu. Dervişleri, “hırka altındaki sultanlar” olarak tanımlayan ve dergâhının kapısını kim olursa olsun bütün insanlara açan Mevlana’yı da hiç şüphe yok “Dervişanı Rum” içinde saymak gerekir.
Sarı Saltuk, Seyyid Ali Sultan, Ali Koç Baba, Gül Baba, Demir Baba gibi “72 milleti bir gören” dervişlerin de Balkanların Müslümanlaştırılmasında büyük rolleri oldu.
İslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddesinde “Derviş” şöyle tanımlanıyor: “Hakiki derviş yoksuldur. Bir hırka, bir lokma ile yetinir, kendi kendine yeterlidir. Miskinliğiyle övünür, ancak yoksulluğunu hiçbir zaman çıkar sağlamanın bir aracı olarak görmez… el emeği ve alınteriyle geçinir. Gönlü zengin eli açıktır. Zengin bile olsa servet gönlünde değil elindedir. Herkese yardım eder, uğradığı haksızlıklara tahammül gösterir, bütün insanları sever. Dövene karşı elsiz, sövene karşı dilsizdir. Yaratandan dolayı yaratılanı hoş görür. Yetmiş iki millete bir gözle bakar, günahkâr insanlardan yüz çevirmez, edepsizlerden bile edep öğrenmeyi bilir. Sa’di’nin deyimiyle Derviş, gönül ehlidir, Allah adamıdır. Çiğnendikçe daha iyi ürün veren toprağa benzer. Sevimli ve güler yüzlüdür, soğuk tabiatlı ve asık yüzlü değildir. Herkesi anlamaya ve derdine deva bulmaya çalışır. Ermiş ve ergin bir insandır. Dervişin eli, gönlü ve bedeni boştur. Elinde mal, gönlünde mal edinme arzusu bulunmaz, bedeniyle günaha girmez.”
Dervişlerin en önemli özellikleri sürekli gezmeleridir. Gezmenin amacı çile çekmek, nefsi zorluklara alıştırıp eğitmek, bilgili ve iyi hal sahibi kişilerle görüşüp kendilerinden faydalanmak ve elbette inançları doğrultusunda kitlelere propaganda yapma olanağını elde etmektir. Onlar, Mao Zedung’un deyişiyle “halkın hem öğrencisi hem de öğretmenleridir.”
Misyonerlik ve Dervişlik
Anadolu’da dervişlerin yaptığını, Afrika’da “murabıtlar” yaptı. Öyle olduğu içindir ki sömürgeci hakimiyetin önlerini açtığı Hristiyan misyonerlerin bütün çabalarına rağmen İslamiyet, Afrika kıtasında, 20 yüzyılın sonlarına kadar yayılmaya devam etti.
İslamiyet’te dervişlerin oynadığı rol ile kapitalist sömürgecilikle başlayan Hıristiyan misyonerliği birbirine karıştırmamak gerekiyor. Hıristiyan misyonerlerin esas görevi, sömürgeciliği yerli hakların nezdinde meşrulaştırarak boyun eğmelerini sağlamaktı. Jomo Kenyatta’nın meşhur deyişiyle “Beyaz adam geldiğinde, bizim topraklarımız, onların ellerinde İncil vardı. İncil’i verip bizi uyuttular; gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız onlardaydı.” Hıristiyan misyonerler Afrika’da, gerçek anlamda “toprak ile İncil’in el değiştirmesi” işini üstlendiler.
Dervişler ise gittikleri topraklarda ikna ettikleri ve kazandıkları insanı kendilerinden yaptılar. Aralarında en ufak bir ayrım olmadı.
Son dervişler
Anadolu derviş geleneğinin son temsilcileri 1960’lı yıllardan sonra Türkiye’de hızla gelişen devrimci örgütlenme içinde profesyonel devrimciliği seçerek Anadolu’nun dört bir yanına dağılan gençler oldu. 1970’lerin profesyonel devrimcileri, gerçekten son derece sade bir şekilde yaşadılar. Gittikleri gecekondu mahallelerinde ve köylerde yaşayan insanların hayatlarını paylaştılar. Fedakâr, kendileri için bir şey istemeyen ve hiç tanımadığı insanlar için gerektiğinde hayatlarını feda etmeyi bir erdem olarak gören devrimciler kuşağıydılar. Bu devrimci kuşak elbette 20. Yüzyılda dünyanın başka köşelerinde gerçekleşen devrimlerden (Rusya, Çin, Küba, Hindiçini vd.) etkilenmişti ama yaşadıkları hayat, kesinlikle yüzlerce yıldır Anadolu topraklarında süregelen derviş kültürünün ürünüydü. Onun için onları Anadolu Derviş geleneğinin son temsilcileri olarak anmak yanlış olmayacaktır.
Derviş’in kim olduğunu Yunus’tan dinleyelim:
Dervişim diyene/Bu yolda hiç ar olmaz
Derviş olanın gönlü/Çok geniştir dar olmaz
Derviş gönülsüz olur/Sövene dilsiz olur
Dövene elsiz olur/Kimseden bizar olmaz
Derviş bağrı taş gerek/Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek/Kimseye kızar olmaz
Derviş ise bir kişi/ Bulunmaz onun eşi
İyi geçinmek işi/Arada ağyar olmaz
Dervişin yok kimsesi/Yoksulluk sermayesi
Miskinlikten gayrısı/Ona asla yar olmaz
Er elini almışsa/Ona gönlünü vermişse
İkrar ile gelmişse/Gayrı hiç inkâr olmaz
Yunus gördün sen eri/Bırak başka her piri
Bozma girdiğin yeri/Bunda tarumar olmaz
Miskin: Tasavvuf dilinde alçakgönüllü
Ağyar: Dost olmayanlar, yabancılar
İkrar: Açıkça söyleme, bildirme, kabul etme