Donald Trump son üç ay içinde Dünya Sağlık Örgütü ile ilgili olarak yaptığı çelişkili açıklamalarını, nihayet ayrılma kararını verdiklerini söyleyerek sonlandırdı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreter sözcüsü Stephane Dujarie de, ABD’nin söz konusu talebinin kendilerine iletildiğini açıkladı. Prosedüre göre bir üye devletin, Dünya Sağlık Örgütü’nden ayrılabilmesi için en az bir yıl önce isteğini iletmesi gerekiyor.
ABD’nin Dünya Sağlık Örgütü’nden ayrılma kararı, bir ülkenin uluslararası bir kuruluştan ayrılma kararı vermesinin çok ötesinde anlamlar yüklüdür.
Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren bir uluslararası kuruluştur. UNESCO, UNICEF, ILO, (Uluslararası Çalışma Örgütü), UNHCR (Mülteciler Yüksek Komiserliği), WTO (Dünya Ticaret örgütü), FAO (Gıda ve Tarım Örgütü) gibi. ABD’nin başlattığı DSÖ tartışmasından sonra Mayıs ayında bir araya gelen BM üyesi 140 kadar ülke, Dünya Sağlık Örgütü’nü desteklediklerini açıkladılar. ABD’nin böylesi bir kuruluştan ayrılma kararından sonra gündeme gelen soru şudur: Dünya Sağlık Örgütü’nden ayrılan ABD, Birleşmiş Milletlere ev sahipliği yapmaya devam edecek midir?
Daha doğrusu yukarıdaki soruyu şöyle sormak gerekiyor: Mesele, bağlı bir kuruluşa üye olup olmama konusunun ötesine taşmıştır. ABD, bu durumda, günümüz dünyasının en önemli uluslararası kuruluşu olan Birleşmiş Miletlere ev sahipliği yapabilecek doğru ülke midir?
Kısa tarihçe
Uluslararası örgütler, bir tek dünya ekonomisinin ortaya çıktığı emperyalizm çağının ürünüdürler. Emperyalizm sermaye ihracı ile bütün dünyanın üretim ilişkilerini değiştirdi ve tek bir ekonomi haline getirdi. Bu gelişmenin üst yapıdaki yansıması uluslararası örgütlerin ortaya çıkması ve uluslararası kurumsal etkinliklerin de giderek yaygınlaşması oldu. Uluslararası bir etkinlik olarak ilk olimpiyatlar, 1896 yılında Atina’da düzenlendi. Milletler Cemiyeti, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920 yılında Cenevre’de kuruldu. Aradan geçen yüzyılın ardından bugün, artık akla gelebilecek her şeyin aynı zamanda bir uluslararası boyutu vardır: İdeolojik, politik, ekonomik, kültürel ve örgütsel olarak akla gelebilecek her şeyin!…
20. yüzyılın başında Dünyanın “merkezi”, tartışmasız bir şekilde “Düveli Muazzama”nın üzerinde bulunduğu topraklar, yani “Batı”ydı. “0” no’lu meridyen Londra’dan geçiyordu. 19. Yüzyıl ile birlikte Dünya’nın her tarafı, Batı merkez olmak üzere yeniden adlandırılmıştı. “Orta Doğu”, “Yakın Doğu”, “Uzak Doğu” ye da “Uzak Asya” vb. Bütün bu adlandırmalar, kendilerini Dünyanın merkezi olarak görenlerin yakıştırdığı isimler olarak ortaya çıktılar.
Aynı şekilde 19. Yüzyılın başından itibaren dünyanın neresinde bir sorun çıksa, “çözüm” için bir Batılı merkezde ilgili taraflar oturur ve konuşurdu. Bundan dolayı Milletler Cemiyeti’nin yeri doğal olarak bir Batıdaki bir merkez olacaktı! İsviçre’nin seçilmesinin nedeni, birbiri ile rekabet halindeki çok sayıdaki “Batılı” ülkenin itiraz edemeyecekleri bir yer (tarafsız ülke) olmasıydı.
Milletler Cemiyeti 18 Nisan 1946’da Cenevre’de yaptığı son toplantıyla varlığını sona erdirdi. Yerine kurulan Birleşmiş Milletlerin merkezi ise Amerika (New York) oldu. Aradan geçen 30 senenin ardından köprülerin ardından çok sular akmıştı. “Düveli Muazzama”nın yerinde yeller esiyordu. Yüzyılın başında Batı dünyasında birbiri ile liderlik rekabeti içinde olan yarım düzine kadar ülke varken bu sefer ABD tartışmasız tek lider konumuna yükselmişti ve dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüydü. Onun için Birleşmiş Milletlerin yeni ev sahipliği için artık “tarafsız ülke” örtüsüne gerek görülmemişti.
ABD, dünyanın yeni “merkeziydi.” Herkes de bunu böyle kabul etti ve Birleşmiş Milletlerin kuruluş bildirgesi, 26 Haziran 1946 tarihinde ABD’nin San Fransisko kentinde toplanan 50 ülke tarafından kabul edilerek açıklandı. Merkez New York oldu. Bugün toplam olarak 194 ülke BM üyesidir.
Dünyanın merkezi yeniden değişiyor!
Dünyamız bugün artık 1945 yılının dünyası değildir. “Köprülerin altından akan su miktarı” şimdi 20. yüzyılın ilk yarısından çok daha fazladır. Dünya ekonomisinin ağırlık merkezi artık Batı değil Doğu’dur. Avrupa, ABD’den kopmakta ve Asya ile ilişkilerini güçlendirmektedir. Nitekim Başbakan Angela Merkel, Trump’ın DSÖ’ye yönelttiği saldırıların ardından, Almanya olarak Örgüt’e desteklerini açıklamıştı. Yani ABD, her alanda yalnızlaşmaktadır. Askeri bakımdan yenilgi üzerine yenilgi almaktadır. Afrika’nın ekonomik bakımdan en büyük ortağı şimdi Çin’dir. BRICS, ŞİÖ ile birlikte Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı birleştiren merkezler olarak öne çıkmaktadırlar. Vb. vb.
İşte bu koşullarda insanlığın gündemine girmiş olan soru şudur: Birleşmiş Milletler gibi günümüz dünyasının en önemli uluslararası örgütünün bulunduğu yer, ABD gibi hegemonya peşinde koşan bir emperyalist ülke olabilir mi? Üstelik bu ülkenin kendisini, askeri zorla dünyanın geri kalanına dayatabilme olanağı da ortadan kalkmışken…
Emperyalizm, insanoğlunun bizatihi kendisine ve doğaya karşı, tarihin tanık olmadığı ölçülerde yıkıcı olan bir sistemin adıdır. Ve dünya halklarının emperyalist sisteme daha fazla tahammül edemeyecekleri bugünden belli olmuştur.
Emperyalistlerin uluslararası kuruluşları, dünya üzerinde hegemonyalarını kurmak için basit bir araç olarak kullanmalarına müsaade edilemez. Dünya Sağlık Örgütü üzerinden yürütülen tartışmalar bu bakımdan son derece öğreticidir.
BM nerede olmalı?
Öte yandan BM gibi bütün dünya milletlerinin temsil edildiği bir kuruluşun nerede olması gerektiği veya dünyanın hangi bölgesinin böyle bir kuruluşa ev sahipliği yapmasının daha uygun olacağı konusuna farklı bir perspektiften bakmakta yarar vardır.
İki milyon yıla yakın süren Eski Taş Çağı’nın ardından insanoğlu, Batı Asya’da tarihinin en büyük devrimini gerçekleştirerek tarıma ve hayvancılığa geçti. Böylece doğanın basit bir bileşeni olmaktan çıkarak doğaya bilinçli olarak müdahale etmeye ve değiştirmeye başladı. Yaklaşık 15 bin yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Bu 15 000 yılın son 500 yılı hariç geri kalan tarihin tamamında Batı Asya, insanlık tarihinde hep öncü rol oynadı. Son dört bin yılında ise Mısır, Hindistan ve Çin ile birlikte “öncülüğü” paylaştı.
Şimdi Asya insanlığın tarih içindeki yürüyüşünde yeniden öncü konuma geçmektedir. ABD ise bu yürüyüşte, hızla kenardaki bir ülke durumuna düşmektedir. Bu koşullarda ABD’nin BM gibi bir kuruluşa ev sahipliği yapması doğru değildir.
Önümüzdeki on yıllarda Bölge ülkelerinin tarihin büyük bölümünde olduğu gibi yeniden bir araya gelerek Batı Asya Birliği’ni oluşturacaklarını göreceğiz. Bu durumda Asya, Avrupa ve Afrika’nın tam ortasındaki konumu ile Batı Asya, gerçekten “dünyanın merkezi” olma konumunu hak edecektir. Ekonomi, kültür, siyaset, askeri güç vb. akla gelebilecek hemen her konuda…
Bu durumda, Göbeklitepe’nin, Çatalhöyük’ün, Halaf’ın, Tell Brak’ın, Uruk’un, Hattuşaş’ın, Babil’in, Ninova’nın, Memfis’in, Persepolis’in, Kudüs’ün, Mekke’nin, İstanbul’un, Ankara’nın, Kahire’nin, Şam’ın Bağdat’ın ve Tahran’ın bulunduğu topraklar; Birleşmiş Milletler gibi bütün dünyanın milletlerini bir araya getiren bir kuruma ev sahipliği yapmaya en uygun topraklar olacaktır.