Yarın Cuma namazı ile birlikte Ayasofya, büyük bir propaganda eşliğinde ibadete “açılıyor”. 1950’lere ait emlak kayıtlarında “cami” olarak geçen, 1980’lerden bu yana yani neredeyse 40 yıldır resmi görevli imamın namaz kıldırdığı Ayasofya’yı, “yeniden ibadete açıyoruz” propagandasındaki garabeti bir yana bırakalım.
Ayasofya tartışmaları ile birlikte Ak Parti’nin bu kararını destekleyenlerin en çok dillendirdikleri görüş; “Atatürk, 1934 koşullarında müzeye çevirme kararını, dış politikanın bir gereği olarak almıştı. Yaşasaydı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gene cami yapacaktı. Erdoğan ise bugün dışardan gelen baskıları göğüsleyerek Ayasofya’yı cami yapıyor. Böylece bağımsız bir devlet olmanın gereği yapılıyor.”
Yani Atatürk, dış baskılara boyun eğdi, şimdi ise başımızda dış baskılara boyun eğmeyen bir liderimiz var! Burada önemli olan, sayın Erdoğan’la ilgili olarak yapılan değerlendirmeden çok Atatürk’e yapılan saldırıdır.
Dış baskılar veya kimi ülkelerin bazı önemli konularda desteklerini almak için müze kararının alındığını söyleyenler arasında, o sıralarda gündemde olan “Boğazlar meselesi”nde “Ortodoks Rusya’nın desteğini” almaktan söz edenler bile çıkabiliyor.
Bazı arkadaşlarımız ise müze kararını, yaklaşan savaş tehdidine karşılık olarak Atatürk’ün Ortodoks Balkan ülkelerinin desteğini almak istemesine bağlıyorlar.
Bütün bu görüşler, tarihi gerçeklerle taban tabana zıttır. Ve böylesine iddialar öne sürmek aynı zamanda, büyük devlet adamı ve “İstiklali tam” ilkesine hayatı boyunca titizlikle sadık kalmış olan Atatürk’e de yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
Sosyalist Sovyetler Birliği
Önce şu “Ortodoks Rusya’nın desteğini almak” konusu üzerinde duralım: Lozan barış görüşmeleri sırasında Boğazlar konusu gündeme geldiği zaman iki politika karşı karşıya geldi. Sovyetler Birliği, Boğazlar üzerinde Türkiye’nin kayıtsız şartsız egemenliğini savunuyor ve Boğazların, diğer ülkelerin savaş gemilerine tamamen kapatılmasını savunuyordu.
İngiltere ise Boğazların idaresinin Türkiye’ye verilmesine karşıydı. Tabi böyle olunca savaş gemileri içinde bir kısıtlama olmayacaktı. Türkiye o günün koşullarında bir orta yolu seçti. İki önerinin ortası olan geçici bir çözümle görüşmeler sonuçlandırıldı.
Sovyetler, Batı karşısındaki bu kararlı tavırlarının bedelini, Lozan görüşmelerini yürütmekle görevli büyükelçileri, Vatslav Vorovskiy’nin bir suikastle öldürülmesi ile ödediler. Lozan görüşmelerine katılan Batılı ülkeler bu cinayeti sessizlikle geçiştirdiler.
Öte yandan din ve dini kurumlar konusunda aşırı diyebileceğimiz karşı tavırlar içinde olan bir ülkenin, Ortodokslar için önemi olan Ayasofya konusunda “hassas” olduğunu düşünmek ise bir başka cehalet konusu.
Yani Boğazlar konusunda Sovyetlerin desteğini almak için Ayasofya müze yapıldı diyenler, Stalin’in ülkesinin Boğazlar konusunda en başından itibaren, kararlı bir şekilde kontrolün Türkiye’ye bırakılmasını savunduğunu ve bu uğurda bir büyükelçilerini feda ettiği gerçeğinden bihaber konuşuyorlar.
Balkan Paktı meselesi
Balkan Paktı, 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalandı. Ayasofya’nın müzeye çevrilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı ise 24 Kasım 1934 tarihinde yani Pakt’a ilişkin imzanın atılmasından tam 10 ay sonra.
Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış ödülüne aday olarak gösterdiği mektubun tarihi ise biraz daha eski. 12 Ocak 1934.
Peki bu durumda, “Atatürk, Ortodoks Balkan ülkelerini razı etmek için Ayasofya’yı müze yaptı” iddiası nereye oturuyor?
Gerçeğe sadakat duygusunu kaybetmek olabilecek en kötü şeydir. Ayasofya’nın müzeye çevrilme kararının o günün politik gelişmeleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Şüphesiz müze kararının uluslararası alanda politik anlamda olumlu sonuçları mutlaka olmuştur ama Atatürk söz konusu kararı bu nedenle almadı.
Üstelik Pakt’ın oluşturulmasına ilişkin görüşmeler 1933 yılında yapılmışken… Başka bir ifadeyle ilgili Balkan ülkeleri. iki yıla yakın bir çalışmayla birlikte ortak bir pakt içinde yer almaya ikna edilmişler. Her şey bitmiş, aradan yaklaşık bir yıl zaman geçmiş ve Atatürk’ün tamamen bambaşka bir gerekçeyle aldığı müze kararını, getiriyoruz ve dışardan gelen baskı – veya istek ne derseniz deyin- sonucu karar alındı diyoruz!
Tarih bilinci
Müze kararının arkasındaki neden, birinci olarak Atatürk’ün tarihe bakışı ile ilgilidir. Anadolu’nun eşsiz tarihi mirası bizim en büyük zenginliğimizdir. Genç Türkiye Cumhuriyeti bu büyük zenginliğin mirasçısı olduğunun bilincindeydi.
Yeni kurulan tekstil sanayisinin Sümer adıyla, maden sektöründeki yatırım ve fabrikaların ise Eti adı ile anılması o tarihe bakışın sonucudur.
Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ile birlikte tarihin şafağındaki ve öncesindeki mirasın üzerine eğilme, Türk Tarih Kurumu’nun oluşturulması aynı anlayışın sonucudur.
İkincisi Atatürk, Anadolu’nun bu büyük tarihi mirasının aynı zamanda bütün insanlığın ortak mirası olduğunun da bilincindeydi. Türkiye, uygarlığın beşiğidir ve dünyanın neresinde olursa olsun yaşayan bütün halkların geçmişlerinin bir yerinde Anadolu mutlaka vardır.
Dolaysıya bu büyük mirası bütün insanlığın bilgisine ve yararlanmasına sunmak aynı zamanda milletlerin kardeşliğine ve barışa yapılabilecek en büyük hizmettir. Müze kararının arkasında yatan nedenler bunlardır.
Sayın Erdoğan Danıştay’ın verdiği karar üzerine yaptığı konuşmada 1934 yılında verilen kararın “tarihe ihanet” olduğunu söyledi.
Gerçekte 1934 yılında verilen karar değil de 2020 yılında alınan yeni karar, bu toprakların 15 bin yıllık tarihine ihanet olmuştur.
İlerde Tarih, bunu böyle kaydedecektir.