Toplumsal Gelişmede “Dışardan Alma”nın rolü (1)

Bugünden başlayarak dört bölüm halinde sizlere sunacağım makale 1987 yılında Saçak dergisinin Mart sayısında yayınlandı. Daha sonra “Gelenek ve Gelişme” adlı kitabımda bir bölüm olarak yer aldı. Son günlerdeki tarih tartışmalarıyla birlikte 33 yıl önce yazdıklarımızı hatırladık. Evet, Türkiye 150 yıldır bu konuları konuşuyor ve öyle görünüyor ki konuşmaya da devam edecek.

Geçmişin tartışmalarına saplanıp kalmak bugünkü saflaşmayı doğru bir şekilde analiz edip ona göre tavır almayı önler. Aynı şekilde geçmişe ilişkin hatalı bakışları bugünkü mücadelenin önüne koymak da aynı derecede zararlı sonuçlar doğurur. Okurken, 12 Eylül döneminde ABD’nin “bizim oğlanlarının” Ortaçağ gericiliğini her bakımdan desteklediği koşullarda makalenin yazıldığını hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

“Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan bir takım geleneklerin, İnanışların korunmasında ısrar eden milletlerin, ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz. Bu gibi milletler, hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur. Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız yaşayamayız. Aksine; yükselmiş, ilerlemiş medeni bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız.”
Atatürk

Son yıllarda giderek güçlenen dini reaksiyon, bir yandan kendisini geçmişin yüceltilmesi yoluyla ifade ederken, diğer yandan, düşünce alanında, toplumsal ilişkilerde ve diğer alanlarda daha ileri toplumlardan kaynaklanan etkilenmelere, bilinçli olarak gerçekleştirilen “dışardan alma”lara saldırarak eskiyi savunmaya ve yaşatmaya çalışıyor. Bunlara göre çok uzun süredir toplumumuz Batı’yı taklitten öte bir şey yapmamıştır. Bunlara 1960 sonrasında İdris Küçükömer gibi AÜT’çüler, Batı’da alınan her şeye gösterilen tepkinin haklı olduğunu söyleyerek katıldılar, 1980 sonrasını takip eden birkaç yıl içinde ise, güçlenen bir akım olarak “sivil toplumculuk”, getirdiği tezlerle aynı safta yerini aldı. İddiaya göre toplumumuz son yüzyıl içinde kısır bir tarih yaşamıştır. Yapılan herşey taklitten ibaret olduğu için yeni bir şey üretilememiştir.

Toplumsal gelişmede dışardan almanın rolü ne olmuştur? Bir başka deyişle, öğrenmede ve yeni şeyler üretmede “taklit” olayının yeri nedir? İnsanın yaptıklarının ne kadarı, kendisinden önce başkaları tarafından gerçekleştirilenlerin tekrarı, ne kadarı yeni bir şey, bir katkıdır? Şurası bir gerçektir: İnsan başkalarından öğrenmeseydi, başkalarını “taklit” etmeyi bilmeseydi, kendisine ait olan katkıları da gerçekleştiremeyecekti. Ve herhalde ilkel sürü döneminden taş çağının insanına yükselmek bile mümkün olamayacaktı.

Aslında “taklit” sözcüğü doğru bir ifade değil. Doğru olmaması kastedileni tam olarak vermemesinden geliyor. Papağan sesleri taklit eder. Aktör, herhangi bir tipi taklit eder. Toplumsal ilişkilerde ise “alma” olayı bu tür örneklerle benzerlik kurularak açıklanamaz. Tartışmayı yürütürken “taklit” sözcüğünü kullanıyoruz çünkü toplumsal gelişmede bir zorunluluk olarak ortaya çıkan dışardan alma, taklit suçlaması ile mahkûm edilmek isteniyor. Peki, toplumların hayatında “taklit” gerçekten yok mudur? Vardır, ama incelendiğinde taklidin; dışardan alma veya dışardan öğrenmenin yanında çok önemsiz kaldığı görülecektir.

Kişiler ve toplumlar arasında görece daha geri olanın, daha ileri olandan öğrenmesi diye bir olay vardır. Bu olay, bazen basit bir kopya biçiminde ortaya çıkabilir. Toplumların gelişme tarihinde basit bir kopya şeklinde ortaya çıkan aktarmacılık, hiç rastlanmayan bir olay değil, ama bunu, insanlık tarihi açısından asıl önem taşıyan “dışardan alma” ile karıştırmamak gerekir. Eğer dışardan alma, söz konusu ülkenin iç dinamiklerinin gelişmesi sonucu bir zorunluluk olarak ortaya çıkmışsa, artık basit bir aktarma olayından söz edilemez. Burada toplumsal gelişme, gereksindiği kurum, ideoloji vs.yi daha önceden oluşturulduğu yerlerden almıştır. Bu her zaman söz konusudur; zaten başka türlüsü söz konusu olamaz.

Öğrenen, öğrendiklerine kendine göre bir biçim verecektir. Çocukların öğrenme sürecinde bile bu olayı gözlemleyebiliyoruz. Büyüklerinden öğrenen çocuk, öğrendiklerine, ancak elverişli koşullar oluştuğunda katkıda bulunabilir. Bu koşullar bulunmadığı sürece, yüzyıllar boyunca çocukların babalarını taklitten öte bir şey yapmadıkları çok görülmüştür. Ama şu da var: Çocuk her öğrendiğini kendine göre “yorumlar”, ona kendine göre bir biçim verir; yeni şeylere ulaşma anlamında bir gelişme değil, ama bilinenin, eskiden beri var olanın olgunlaşması, işlenmesi diyebileceğimiz bir süreç söz konusudur. Yine de bu süreç, az önce değindiğimiz, “kendine göre biçimlendirebilme” sınırından öteye geçemez.

Bu söylediklerimiz toplumlararası ilişkiler açısından da geçerlidir. Tarih içinde gelişme, hep belirli merkezlerden çevreye yayılan ve gittikçe genişleyen halkalar şeklinde oldu. İlk uygarlıkların geliştiği merkezlere en uzak olan bölgenin halkları taş çağından en geç çıkan halklar oldu. Danimarka’nın Yeni Taş Çağı’nı geride bırakması MÖ 1500 yıllarında gerçekleşebilmişti. Zaman zaman etkileme merkezleri değişti. Ama her merkez bir kez oluştuktan sonra bir verici gibi çevresine dalgalar yaydı.

Tarih içinde toplumlar, önce kendilerinden daha ileride olan komşularının yaydığı dalgaların alıcıları oldular. Elverişli koşullara kavuştuklarında ise, öğretmenlerinden daha ileride şeyler gerçekleştirdiler.

Bilinen ilk Neolitik yerleşme merkezleri, bilinen büyük nehir yataklarından uzakta, Anadolu ve Filistin’in son derece elverişli coğrafi koşullarında gerçekleşmişti. Neolitik ekonomi buralardan bütün Ortadoğu’ya yayıldı. Ortadoğu’nun diğer halkları bu ilk yerleşme merkezlerine bakarak hayvancılığı ve tarımı öğrendiler. Avcılıktan hayvancılığa, toplayıcılıktan tarıma geçtiler. Dicle, Fırat ve Nil boylarında yaşayan Orta Taş Çağı insanlarının öğrenmesi de böyle oldu. Büyük nehir vadilerindeki geniş çaplı sulama olanağı ise bu toplumlara, daha ileri kültürler geliştirme ve uygarlık aşamasına geçme olanağını sundu.

Bugünkü Lübnan’ın eski halkları yazıyı MÖ 2000 yıllarında Mısır’dan öğrenmişlerdi. Deyim yerindeyse hiyeroglif yazısını taklit ettiler. Şüphesiz bu yüzde yüz bir taklit olmamıştı. Kendilerine göre Mısır Hiyeroglifine bir biçim vermişlerdi. Ama yazıyı ilk aldıklarında esasta bir farklılık yoktu. Öte yandan yazıya katkıyı (fonetik alfabe), kendilerinin Akdeniz’de meta dolaşımında olan rollerinin büyük boyutlara ulaştığı ulaştığı MÖ 1000 yıllarının hemen öncesinde gerçekleştirdiler. Önceki taklit olmasaydı, sonraki katkı da gerçekleşmeyecekti.

Benzer ilişkiyi çok çeşitli alanlarda, tarihin başlangıcında dünyanın ilk uygar toplumları ile çevre bölge halkları arasında görüyoruz. Çevre bölgelerin halkları, bin yılları bulan bir süre boyunca, o ilk uygar toplumları “taklit”ten öte bir şey yapmadılar. Bir süre sonra ise öne geçmeye başladılar. Maden işleme sanatını taklit yoluyla öğrenmişlerdi. Demiri işlemeleri ise aynı tekniğin basit bir uygulaması değil, maden işleme tekniğinin geliştirilmesiydi. Bir katkıydı.

Toplumların tarihi ilerlemesinin bir başka cepheden görünümü budur. Antik Yunan Mısır ve Mezopotamya’dan çok şeyler öğrenmişti. Thales’in öğretmenleri Babil’de oturuyorlardı. Ege’de çok daha gelişmiş bir meta ekonomisinin varlığı, Mısır ve Mezopotamya’dan çok daha ileri bir uygarlığın temeli oldu. Nehir boylarının bilimi, ticarete hayatlarında büyük yer veren Egelilerin katkılarıyla büyüdü. Ege, yeni bir etkileme merkezi oldu. Böylece MÖ 500 öncesinin öğrencileri, sonraki dönemin öğretmenleri oldular. Felsefede ve doğa bilimlerinde, insanlığın daha sonraki yüzyıllarında da büyük etkileri görülen katkılar gerçekleştirdiler. Uygarlık tarihini ilk bin yıllarında bilim adamı yetişmesi açısından Kalde’nin rolü ne idiyse, sonraki dönemde Romalılar açısından Atina’da okumak da aynı anlama geliyordu. Roma uygarlığı, Helenistik miras üzerinde yükseldi. Ama hukuk alanında Roma’nın ulaştığı düzey, Atina’nın tekrarı olmanın çok ötelerine varıyor, insanlığın bilgi birikimine önemli katkılar arasında anılmaya hak kazanıyordu. Bu katkıyı Atina’dan “diploma alan” öğrenciler gerçekleştirdiler.

Helenistik dönemde Atina’nın yanısıra İskenderiye ve Harran, daha sonraki İslam uygarlığının oluşmasına tayin edici katkılarda bulunan yeni etkileme merkezleriydi. İslam Ortaçağ’ında Kahire, Bağdat, Kayruvan ve Kurtuba, sadece İslam dünyasını değil, Avrupa’yı da aydınlatan bilim merkezleriydi. Daha sonraki dönemde ise Batı’da yeni merkezler oluştu ve artık bütün dünyayı etkilemeye başladı. (Devam edecek)