(Saçak Dergisi, Mart 1987)
“Dışardan almayanlar” ne yaptı?
Başka toplumlardan öğrenmeyenler veya bu makalede tartıştığımız deyimle ifade edecek olursak, diğer toplumları hiç “taklit” etmeyenler ne yaptılar? Böyle bir soru konumuz açısından öğretici ama bir bakıma gerçeği yansıtmıyor. Çünkü toplumlar açısından başkalarından öğrenmeme veya “taklit etmeme” diye bir şey söz konusu olamaz. Toplumlar arasında meydana gelen etkileşim, insan iradesinden bağımsızdır. Hiçbir toplumun yöneticileri, herhangi bir dönemde, toplumlarını komşularından soyutlayamamışlardır. Bu yöndeki çabalar sonuçsuz kalmaya, en fazla belki de belli bir dönem sürecek zorlamanın ardından eskisine kıyasla çok daha geniş çapta başkalarını “taklit”e, ama bu sefer gerçek anlamıyla taklide yönelmeyi doğurmaktan başka sonuç vermeyecektir.
Burada “hiç taklit etmeyenlere” örnek vereceğimiz toplumlar, tarih içinde, ellerinde olmayan nedenlerle diğer toplumlarla ilişkileri kesilmiş, dolaysıyla etkilenme, etkileme, öğrenme, “taklit etme” şansına hiç sahip olmayan toplumlardır.
Bu topluluklar, bin yıllar boyunca geçmişlerinden sıyrılamadılar. Çevre koşullarının da büyük yardımıyla hep geçmişleri içinde yaşadılar. Yani bizde bazılarının kuruduğundan şikayet ettiği “yerli kültürün yaşayan kaynakları”, buralarda dünyanın başka hiçbir yöresiyle kıyaslanmayacak kadar uzun bir süre yaşama olanağı buldu. Sonuç: Binlerce yıl geçtikten sonra bile bu toplumlar, aşağı yukarı aynı yerdeydiler.
Polinezyanın yerli halklarının buraya İsa’dan önceki bininci yıllarda göç ettiği sanılıyor. Oraya yerleşmeden önce neolitik uygarlık aşamasına ulaşmış oldukları, hatta uzun deniz seferleri yapabilecek (Yeni Zelanda’ya ulaşabilmelerini sağlayan) denizcilik teknolojisine sahip oldukları tahmin ediliyor. Yeni Zelanda 17. Yüzyılda keşfedildiğinde, yerli halk Maoriler, hâlâ Neolitik (Cilalıtaş) bir ekonomiye sahiptiler. Hatta bazı bakımlardan belki de atalarından da geriydiler. Maoriler binyıllar boyunca kimseyi taklit etmemişlerdi. Daha doğrusu taklit edecek kimseyi bulamamışlardı. Böylece kendi kendilerine yeten bilgi birikimleri ve gelenekleri ile yaşadılar. Hatta biraz evvel de belirttiğimiz gibi zamanla, yeni yaşamlarında artık gereksiz hale gelen eski bilgilerinden bir kısmını da unuttular.
Konumuz açısından belki de daha öğretici olan başka bir örnek üzerinde duralım: Japonya ve Çin bundan birkaç yüzyıl önce, Kapitalist Avrupa ile ilk defa doğrudan temasa geldikleri zaman aşağı yukarı aynı gelişme düzeyinde bulunuyorlardı. Hatta Çin’in daha ileri bir gelişmişlik düzeyini bile temsil ettiği söylenebilir. Japonya “dışardan alma” konusunda son derece başarılı bir örnek sundu dünyaya. Çin ise Batı dünyası ile ciddi olarak yüzyüze gelene kadar kendini “dünyanın merkezi” olarak görmüştü. Geçmişinde parlak bir uygarlık vardı. Güçlü geleneklere, bin yıllardan beri ayakta duran ve ölümsüzmüş görünümü veren bir toplumsal ve siyasal sisteme sahipti. Çin’in, yeni gelenlerin üstün yanlarını kabul etmesini engelleyen birçok nedeni vardı. Japonlar açısından bütün bunlar geçerli değildi. Ne Çin gibi merkezi ve çok güçlü bir devletleri vardı, ne de göz kamaştıran bir geçmiş uygarlıkları. Daha önceleri kendilerinden birçok bakımdan önde olan Çinlilerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Daha üstün olan başka “yabancılarla” karşılaştıklarında ise bunu rahatlıkla kabullenebildiler. Ve “öğrenme yeri”nin adresini değiştirdiler. Sonuç, 20. Yüzyılın ilk yarısındaki durum göz önüne alındığında açık bir şekilde görülebilmektedir. Japonya sanayi devrimini gerçekleştirip, ardından kapitalizmin tekelci aşamasına yükselirken, Çin hala, zenginlikleri emperyalistler tarafından yağmalanan, yarı sömürge, yarı feodal bir ülkeydi. Çin, 1949 yılında başarıya ulaşan devrimle, geçmişin ayak bağlarından kendisini kurtardı, emperyalist hakimiyete son verdi, tüm insanlığın bilgi birikimini ülkenin her alanda gelişimi için kullanmaya başladı.
Aynı şekilde bugüne kadar Cilalıtaş bir ekonomi düzeyine bile ulaşamayan topluluklar da var oldu dünyamızda. Afrika’nın Amazon’un, Borneo’nun tropikal ormanlarında ve Avustralya içlerinde Yontmataş bir ekonomiyi uygulayan topluluklar zamanımıza kadar yaşadılar. Bütün bu toplulukların ortak özelliği, başka toplumlardan tamamen kopuk bir durumda bulunmalarıydı.
Günümüzde “dışardan alma” üzerine birkaç söz
Bugünün toplumları geçmişe göre birbirlerine daha çok benziyorlar. Binlerce yıllık gelişimin sonucudur bu. Farklı toplumların gelişimi zaman içinde birbirlerine benzeme, birbirlerine yaklaşma yönünde oldu. Bu gelişme, toplumların birbirlerinden öğrenmesi açısından durumu son derece elverişli kılmaktadır. Kapitalizmin bir dünya pazarı, giderek tek bir dünya ekonomisi yaratması, bütün dünyayı bir bütün içinde doğrudan bağlarla birbirine bağlaması, “toprağı” ve “iklimi” her tarafta aşağı yukarı birbirine benzer hale getiriyor. Bugün yeni bir buluşun, yeni bir düşüncenin ülkenin sınırlarını aşarak bütün dünyaya ulaşması, çok fazla zaman gerektirmiyor.
Başka toplumlardan öğrenme, öğrenileni özümleme ve nihayet katkıda bulunma süreci için gerekli olan zaman, tarih içinde giderek azalan bir seyir izledi. Komşularının, ilk uygar toplumları yakalamaları ve geçmeleri için binlerce yıl gerekmişti. Uygarlığın ilk merkezleri olan Mısır ve Mezopotamya’dan sonra, buradan yayılan dalgaların Avrupa’nın Batı kıyılarına ulaşması 2 000 yıl gerektirmişti. Helenistik dönem, Roma, İslam dünyası ve Batı dünyası arasında uygarlık bayrağının el değiştirmesi, bin yılın altında ve giderek azalan sürelerde gerçekleşti. Kapitalizm bu ivmeye daha büyük bir hız verdi. Günümüzde ise bu açıdan on yıllardan bahsetmek mümkün hale gelmiştir. Bunun bir örneğini Sosyalist Sovyetler Birliği 1920 – 1950 yıllarında ve yüzyılın ikinci yarısında ise Çin verdi.
Son yüzyıl içinde Türkiye Batı’dan çok şey öğrendi. Zaten “öğrenme”, başka bir deyişle “Batı’dan alma” dışında başka bir seçeneği de yoktu. 10. Yüzyılda ve sonrasında Araplardan ve Farslardan “alma” dışında bir seçeneğin olmaması gibi. Hatta o dönem için belki Hint ve Çin seçeneklerinden veya hatta Hristiyan dünyası seçeneğinden bahsetmek mümkündü. Ama hiç almamak diye bir seçenek yoktu. 19. Yüzyılda ise, Türklerin önünde Batı’dan almak dışında bir seçenekten bahsedilemez. Ve gene “almamak” gibi bir durumdan da bahsedilemez.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi alabilme, bunu mümkün kılacak koşulların varlığını zorunlu kılar. Türkiye bu koşullara, 19. Yüzyılın ikinci yarısından sonra sahip oldu. Yalnız buradaki alma körü körüne bir taklit biçiminde olmadı. Türkiye’nin son yüzyıllık tarihi, toplumumuzun gelişme ihtiyaçlarına cevap vermeyen taklitçi tutumun yaşama şansının olmadığını gösteriyor. Türk aydınları o dönem Avrupa’da var olan ve gelişen fikirler içinden, Türkiye toprağında yeşerebilme şansına sahip olan fikirleri ve kurumları seçtiler.
19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da gelişen sosyalist fikirlerdir. Daha önceki yüzyılda ve 19. yüzyılın ilk yarısında toplumsal hareketlere damgasını vuran burjuva demokratik devrimler artık geride kalmaktadır. Paris Komünü gibi, bütün Avrupa’yı derinden etkileyen yeni bir toplumsal devrim yaşanmıştır. Ama o sıralarda Fransa’da bulunan Genç Osmanlılar hareketinin önde gelen isimlerinden Ziya Paşa, “mektuplarının gecikmesi dışında Paris Komünü ile ilgilenmemiştir.” Ziya Paşa gibi Osmanlı aydınları arasında yayılan, burjuva demokratik fikirlerdir. Bu aynı zamanda, körü körüne “moda olanın” taklidi gibi bir durumun olmadığının da kanıtıdır. Osmanlı aydınları, kendi ülkelerinin gerçeğine en çok uyan, hayat bulma ve gelişme şansı en fazla olan fikirleri benimsemiş ve mücadelesini vermişlerdi. Nitekim sonraki yüzyıl içinde elde edilen başarılar, seçimin isabetli olduğunu ve Türkiye toprağına uyduğunu göstermiştir.
Demokratik bir toplum olma mücadelesi veren Türkiye’nin, bu mücadeleyi çok daha önceden veren Batı’dan öğreneceği çok şey vardı. Türkiye daha bu yolun başındayken Batı’da gerçekleşmiş bir dizi burjuva demokratik devrim ve bunların sorunu iktidar olan burjuva demokratik sistemler vardı. Türkiye, ya gelişme ihtiyacına cevap verecek kurum ve ilişkileri Batı’dan alacaktı ya da eskiden beri var olanı yaşatmaya çalışacaktı. Aslında bunların ikisine de başvuruldu. Mecelle, geçmişte var olan ve hala yaşayan toplumsal ilişkilerden, mevcut değer yargılarından ve hakim ideolojiden çıkarılmıştı. Ama yaşamadı. Çünkü toplumsal gelişmenin gerisinde kalmıştı. İsviçre Medeni Kanunu ise dışarıdan alınmıştı, ama Türkiye toprağında yaşama olanağı buldu. Medeni Kanun’a benzer diğer örnekler herkes tarafından biliniyor.
Türkiye, özgüllükleri olan bir ülkedir. Üçüncü Dünya ülkeleri arasında en gelişmiş, bir yanıyla Üçüncü Dünya’nın, diğer yanıyla gelişmiş kapitalist dünyanın bir parçasıdır. Ezilen dünyanın ilk milli kurtuluş savaşını vermiştir. Binlerce yılı bulan bir geçmişin, devlet örgütlenmesinin, halk isyanları geleneğinin ve oldukça zengin bir kültürün sahibidir. Bu özgüllükleri içinde Türkiye, başkalarından aldıklarını özümleyerek elbette kendine göre bir biçim verecektir. Bir şeyler, hem de önemli bir şeyler de katacaktır şüphesiz.
Ama hiçbir toplum kendi çapından büyük işler başaramaz. Her toplumun yapacağı şeylerin sınırı, kendi nesnel koşulları tarafından çizilmiştir. Türkiye’nin de Batı’dan aldıklarına kendine göre bir biçim vermesinin ötesinde katkıda bulunması, nihayet Türkiye’nin toplumsal gelişmişlik düzeyi ile belirlenmiş sınırları içinde olmuştur. Türkiye bu katkıyı, bütün olumsuz koşulların varlığına rağmen kanımızca önemli ölçüde yapmıştır. En büyük katkı Kemalist Devrimdir. Ayrıca, örneğin şiirde bir Nazım Hikmet, romanda bir Yaşar Kemal, tarih araştırmacılığında bir Köprülü, matematikte bir Cahit Arf kendi alanlarında bir katkıdırlar.
Başka toplumlardan “alma”, insan iradesinden bağımsızdır. Bir olgudur. Önce bu olguyu saptamakta yarar var. Aksi halde sonuç; “niçin taklit ediyoruz” şeklindeki sızlanmalar oluyor. Öte yandan sürekli “alma” durumunda olan bir toplum ise sürekli geride olan bir toplum demektir. Nesnel olguyu saptamak, bunun nedenleri keşfetmek, gerçekliği değiştirebilmenin bilim düzeyindeki koşuludur.