İran örneği
Son zamanlarda Türkiye’de yaşanan tartışmaları doğru bir sonuca vardırmada çok yararlı, aydınlatıcı örnek İran’dır.
1979 yılında İran halkı, hemen bütün toplum kesimlerinin ve aralarında Komünist TUDEH’in de olduğu değişik siyasi eğilimlerin katıldığı büyük bir Devrim hareketinin ardından Şah rejimini yıktı. Ama İran’a demokrasi gelmedi. Humeyni önderliğindeki şeriatçılar duruma hakim oldular, iktidarı bütünüyle ele geçirdiler ve farklı düşünen herkesi şiddet yöntemlerine de başvurarak tasfiye ettiler.
1980’ler Dünyası, “İki Süper Devlet” arasında amansız bir rekabetin hüküm sürdüğü bir dönemi yaşıyordu. Deyim yerindeyse süper güçler arasında bir “pat durumu” vardı. Bu koşullarda iki süper güce de uzak durarak bağımsızlıkçı bir çizgi izleyen Siyasal İslamcılar İran’da iktidar olabildiler. Elbette İran’ın dört bin yıllık bir devlet geleneğine, büyük bir kültüre ve zengin doğal kaynaklara sahip olması ve dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olması da o günün koşullarında böyle bir politikanın izlenmesini mümkün kılabilmişti.
Kutsal kitapta yazılan bütün ilkeleri hayata geçirme iddiasıyla iktidara gelen İslamcılar bir müddet sonra 20. yüzyılın gerçekleri ile yüzyüze geldiler. Önlerine gelen sorunların çözümünde kutsal kitabın yazdıklarına göre mi hareket edeceklerdi yoksa İran’ın ve İran halkının çıkarlarını mı gözeteceklerdi. Veya “İran’ın çıkarları” ile kutsal kitabın yazdıkları çeliştiği zaman ne yapacaklardı? 80’lerin sonlarına doğru bu konuda yoğunlaşan tartışmalar, en sonunda Ayetullah Humeyni’nin, özetle, “İran’ın ve İran halkının ihtiyaçları ve çıkarları esastır” şeklindeki görüş açıklamasıyla son buldu. (Bkz. Mehmet Bedri Gültekin, Siyasal İslam’ın Yükselişi ve Çöküşü)
1990’ların başında ABD Irak’a yerleşti ve İran, yeniden saldırıya geçmiş olan bu emperyalist açısından halledilmesi gereken bir engel durumundaydı. İran, yoğunlaşan tehditler karşısında Çin, Küba, Kore başta olmak üzere dünyada ABD karşıtı veya mesafeli ülkelerle ilişkilerini geliştirdi.
2003 yılındaki İkinci Körfez Savaşı’nın ardından artık bütün dünya ABD’nin İran’a ne zaman saldıracağını konuşmaya başlamıştı. Buna karşılık İran da bir yandan özgüçlerine dayanarak savunma tedbirlerini güçlendirdi ve bir yandan da dünya ölçeğinde ABD karşıtı güçlerle ilişkilerini, Rusya ve Çin başta olmak üzere yoğunlaştırdı. Yüzölçüm ve nüfus olarak büyüklüğü, bir emperyalist saldırı karşısında savunmaya elverişli coğrafyası, deneyimli ordusu ve savunma kabiliyeti vb. bütün bunlardan dolayı ABD, İran’a saldırıyı göze alamadı. Sonraki yıllarda ise İran, bağımsızlıkçı politikasıyla adım adım konumunu güçlendirdi. Kendi uçağını, arabasını üretti, uzun menzilli balistik füze teknolojisini geliştirdi ve binlerce kilometre uzaklıktaki hedefleri vurma kapasitesine ulaştı.
2010’lara geldiğinde artık dünyada da köklü değişmeler olmaya başlamıştı. 2008 krizinin ABD başta olmak üzere bütün kapitalist dünyayı sarstığı koşullarda İran bağımsızlıkçı politikasıyla geçmişle kıyaslandığında çok daha iyi konuma gelmişti. Böyle olduğu için Suriye’ye yapılan müdahalede en başından itibaren Şam yönetiminin arkasında durdu ve Suriye devletinin direnişinin sürmesinde çok önemli bir rol oynadı. Aynı durum ABD destekli Suudilerin Yemen’e yaptıkları müdahaleye karşı olan direnişte de yaşandı. Keza Irak Hükümeti’nin adım adım ABD kontrolü dışında hareket etmeye başlamasında gene İran’ın çok önemli rolü oldu.
Özellikle 2010’lu yıllarda Batı Asya’da yaşanan gelişmelere bakınca insan, “iyi ki İran varmış” diye düşünüyor.
Emperyalizmle karşı karşıya gelmek, adım adım İran’ın iç ilişkilerinde de değişmelere yol açtı. Farklı fikirler ve farklı eğilimler kendilerini değişik biçimlerde ifade etme olanağına kavuştular. Bugün İran’da üniversite öğrencilerinin yüzde 65’inin kadın olması, yerel yönetimlerdeki kadın yönetici oranının yüzde 6 olması (Türkiye’de yüzde 2) İran’daki rejimin ne durumda olduğunu anlamak açısından öğreticidir.
Bu durumu nasıl açıklamak gerekiyor?
Çağımızı anlamak
20. yüzyıl başında kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşmasıyla birlikte devrimcilerin yaptığı “çağ” tahlili değişti. Artık “Emperyalizm” çağındaydık. Elbette emperyalizm kendi zıddıyla birlikte vardı: Ulusal Kurtuluş Savaşları ve Sosyalizm.
Ulusal Kurtuluş Savaşlarını, günümüzde sömürgelerin yerini almış olan Ulusal devletlerin bağımsızlık mücadelesi olarak söylemek daha doğru olacaktır. Sosyalizm ise geçen yüzyılla kıyaslanmayacak ölçüde daha büyük bir gerçeklik olarak günümüze damgasını vurmaktadır.
Konumuza dönersek emperyalizm; bir tek dünya ekonomisinin yaratılması demektir. Günümüz dünyasının en büyük iki rakibi-nesnel olarak düşman- konumunda olan iki ülkesinin – ABD ve Çin – ekonomik olarak birbirlerinin en büyük ithalat ve ihracat ortağı olmaları, bir tek dünya ekonomisinin ne anlama geldiğini açıklıyor. Ama ABD ve Çin; sadece dış ticaret ortakları olarak değil, aynı zamanda karşılıklı olarak ekonomilerinin içinde yatırımcı olarak da bulunuyorlar.
Bir tek dünya ekonomisinin varlığı bütün gelişmelere dünya ölçeğinde bakılmasını zorunlu kılar. Veya daha genel bir deyişle emperyalizm her durumda bütün dünya halklarının baş düşmanıdır ve dünyanın herhangi bir ülkesinde olan gelişmenin ne yönde olacağını o gelişmede rol oynayan güçlerin emperyalizm karşısındaki konumu belirler.
Elbette bu genel belirleme, tek tek her bir gelişmede rol oynayan diğer etkenlerin rolünü önemsizleştirmez ve hatta zaman zaman belirleyici bir rol oynamayacağı anlamına gelmez. Örneğin Afganistan’daki durumu özel olarak ele alırsak, her şeyi bir yana bıraksak bile kadını ikinci sınıf insan olarak gören ve din ve inanç farklılıklarından dolayı kendi insanına cehennem hayatı yaşatan bir anlayış karşısında sesiz kalmak diye bir durum, bir devrimci açısından söz konusu olmamalıdır.
Ama bu gerçeği görmek ve ona göre hareket etmek; Dünya halklarının baş düşmanının Afganistan’da uğradığı yenilginin önemini görmemenin ve biraz daha uzun vadede bakıldığında kazananın Afganistan halkı ve bütün dünya halkları olduğu gerçeğini göz ardı etmenin gerekçesi olamaz.
İran’ın 40 yıllık tarihi bundan dolayı önemlidir. Ve yeni Afgan kabinesinin yemin törenine en başta Çin, Rusya, İran, Pakistan ve Türkiye’nin davet edileceğinin açıklanması da son derece aydınlatıcı bir gelişmedir.