Türkiye’de 2015 yılında beş, 2016 yılında dört, 2017 yılında dört, 2018 yılında iki, 2019 yılında üç yeni siyasi Parti kuruldu.
2020 yılında ise yeni siyasi parti kuruluşunda bir patlama yaşandı. Bir yıl içinde 27 parti kuruldu. 2021 yılında da yeni parti kuruluşu aynı hızla devam ediyor. İçişleri bakanlığı verilerine göre 14 Eylül 2021 itibariyle 13 yeni Parti kurulmuş. Yıl sonuna kadar 2020 rakamının yakalanacağını söyleyebiliriz.
Her şeyi bir yana bırakalım; başlı başına bu veriler bile Türkiye’de halkın büyük bir arayış içinde olduğunu göstermeye yetiyor.
İktidarı ve muhalefeti ile sistemin bütün Partilerine karşı yükselen bir güvensizlik var. Ve bu güvensizlik yeni siyasi partilerin kuruluşu şeklinde kendini ortaya koyuyor.
Devrimin nesnel zemini
Bir ülkede “yönetenlerin eskisi yönetemediği; yönetilenlerin ise eskisi yönetilmek istemediği” bir durum varsa, nesnel olarak o ülkede köklü bir değişimin koşulları olgunlaşmış demektir.
Türkiye’de yönetenler eskisi gibi yönetemiyor. Dış borç AKP’nin 20 yıllık iktidarının sonunda bugün 500 milyar dolara dayanmış vaziyette. Buna bir de TC vatandaşlarının bankalarda döviz üzerinden olan mevduat hesaplarının toplamının 250 milyar dolar olduğunu eklersek, Türkiye’de Türk lirasının hükmünün kalmadığını söyleyebiliriz.
Ekonomide ulusal paranın yerini yabancı para almışsa o ülkenin ekonomi yönetimi başka ellere geçmiş demektir.
Türkiye’nin ihtiyacı, ekonomik krize karşı ciddi bir tasarruf ve yatırım politikasını uygulamadadır. Mevcut iktidar ise ülke kaynaklarını lüks harcamalara ayırmakta, yandaşlara peşkeş çekmekte, Ortaçağın ihyasına ve potansiyel iç güvenlik sorunu olan İhvancı mültecilere harcamaktadır.
Onun için ekonomik kriz karşısında çaresizdir. Tarımın ve sanayinin temel girdileri arasında yer alan motorin fiyatının benzin fiyatının üzerine çıkmış olması, belki de bu iktidarın üretime nasıl baktığının en çarpıcı fotoğrafıdır.
Dış politikada, büyük devletleri birbirine karşı kullanabileceğini sanan Abdülhamitçi kafa, duvara toslamış durumdadır ama bunun farkında değildir.
Suriye’de ihvansever politikanın sonucu, ABD’nin Fırat’ın doğusunda PKK eliyle bir “ikinci İsrail” inşa etmesi olmuştur. Aynı politika Doğu Akdeniz’de, Mavi Vatan’ı savunma konusunda da Türkiye’yi yalnız bırakmıştır. Doğal olarak Türkiye’nin yanında olması gereken Mısır, karşımızdadır. Suriye ise zaten itilmiş durumdadır.
Karadeniz’de NATO’cu politika, Cumhuriyetin Montrö Antlaşması ile belirlenen yaklaşımını terk ettirmiştir. Rusya başta olmak üzere bütün komşularla ilişkilerde güvensizlik ve kuşku yaratılmıştır.
Ve Milletin yarısını diğer yarısına düşman ederek bir ülkenin yönetilebilmesi mümkün değildir.
Halkın durumu
Türkiye’de yönetilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Yerden biten mantar gibi durmadan kurulan yeni Partiler önemli bir göstergedir.
Kamuoyu yoklamalarında yüzde otuzlara varan kararsız seçmen kitlesinin varlığı bir başka veridir.
Kaldı ki bir alternatif görmediği için ve mevcut seçim sisteminin, seçmeni, kurulmuş olan ittifaklara mecbur etmesinin sonucu olarak “ehveni şer” tercihi yapmak zorunda kalan yurttaşlar bu kararsızlara dahil değildir.
Türkiye’ye giydirilmek istemem “Başkanlık Sistemi” gömleğinin halk tarafından benimsenmediği de bir gerçektir. Yeni siyasi Partilerin kurulmasında yaşanan patlamanın “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nin yürürlüğe girdiği 2019 yılı sonrasında olması tesadüf değildir.
Dünyada durum
Elbette Türkiye’de halkın içine girdiği büyük arayış, dünyada yaşanan gelişmelerden bağımsız değildir. Korona salgınının başlamasının üzerinden iki yıl geçti. Kapitalist dünya iki yılın ardından yeni kapanma tedbirleri alıyor, deyim yerindeyse çaresiz durumda.
Salgının en başında İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un söylediği sürü bağışıklığı yoluyla salgını atlatma yaklaşımı, bütün kapitalist dünyanın bugün fiilen uyguladığı yöntem durumunda.
Ama bir de salgına karşı mücadeleyi büyük bir başarıyla yürüten sosyalist ülkeler gerçeği var.
Ekonomik kriz bütün kapitalist dünyayı sarsıyor. Bireysel kârı herşeyin başına koyan kapitalizmin neo liberal piyasa sistemi gezegenimizi yaşanamaz hale getiriyor. Dünyamız çölleşiyor, denizlerimiz kirleniyor, ülkelerin büyük çoğunluğu su fakiri oluyor. İklim değişikliği bütün ülkeleri vuruyor.
Hepsinden önemlisi kapitalizm insanı insanın kurdu yapıyor. Toplumsal bir varlık olan insan, kendisine yabancılaşıyor.
Onun için arayış bütün dünya çapındadır. Ama Türkiye gibi çelişmelerin en yoğun yaşandığı ve geçmişinden gelen sorun çözebilme yeteneği olan ülkelerde bu arayış, doğal olarak çok daha güçlü olmaktadır.
Devrimcilerin sorumluluğu
“Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi ve yönetilenlerin ise eskisi yönetilmek istemeyişi” devrimin nesnel zeminin elverişli olması anlamına gelir. Nazım’ın deyişiyle “yerin yedi kat altından uğultular geliyor.”
Ama nesnel koşulların uygun olması kitlelerin devrim için harekete geçeceği anlamına gelmez. O elverişli zeminde halk önderlik edecek bir devrimci seçeneğin varlığı gereklidir.
2021’in Türkiye’sinde bu “devrimci seçenek”, sistemin Cumhur ve Millet ittifaklarının karşısına bir “Türkiye İttifakı” çıkarmakla mümkündür.
Bunun için de koşullar elverişlidir. Sorumluluk, Türkiye’nin devrimcilerinin omuzlarındadır.