Erdoğan, Çin’in yaptığını yapabilecek mi?

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 3 Aralık 2021 günü Partisinin MYK toplantısında yaptığı konuşmada, “ekonomide Çin’in yaptığını yapmalıyız” dedi. Ve kimi çevreler de buna alkış tuttu.

Erdoğan konuşmasında, “Çin’in yaptığını yapmalıyız” derken neyi kastettiğini de açık açık söyledi. “İhracat, ihracat, ihracat” diye üç kez tekrarlayarak ve bunu nasıl yapacaklarını da söyleyerek meramını anlattı.

“Avrupa’ya daha yakın olmamızı bir avantaj olarak değerlendirelim” dedi. Ayrıca son günlerde ısrarla izlemeye devam ettiği düşük faiz, yüksek kur politikasından dolayı maliyetleri düşürerek yani işçi ücretlerini aşağı çekerek rekabet gücünü yükseltmek istediği ve bu şekilde ihracatı artırmak istediği de anlaşılıyor.

Çin ile Türkiye arasında yapılacak basit bir karşılaştırma, sayın Erdoğan’ın söylediklerinin gerçeklikle en ufak bir ilişkisinin olmadığını ortaya koyar.

Çin ve Türkiye    

Çin’de ekonomi içinde kamunun payı hakim orandadır. Bu oranın yüzde 70’lerin üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca ekonomide kilit sektörler tamamen devletin kontrolündedir.

Türkiye’de ise son otuz yılda kamunun payı adım adım küçültüldü. AKP iktidarı döneminde özelleştirmeler son hızla sürdürüldü ve şimdi de kamunun elinde kalan ne varsa satılmaya çalışılıyor. Son günlerde Katar ve Birleşik Arap Emirliklerine gösterilen teveccühün arkasında, kamunun elinde kalan son varlıkların satışı bulunuyor.

Çin’de iç piyasada, Çin’in milli parası olan Yuan kullanılır.  Halk tasarruflarını Yuan ile yapar. Türkiye’de ise iç piyasamıza Dolar ve Euro hakimdir. TC vatandaşlarının bankalardaki dolar mevduatı 250 milyar kadardır. Herşeyi bir yana bırakalım sadece bu durum bile Çin ile Türkiye’nin bambaşka konumlarda olduğunu gösterir.

Herkes bilir bilmez Çin’de işçi ücretlerinin düşük olmasından söz eder. Ama kimse Çin’de eğitim ve sağlık hizmetlerinin parasız olduğundan, ev kiralarının işçi ücretlerinin yüzde beşinden daha fazla olmadığından ve halkın tasarruf oranının yüzde 30’un üzerinde olduğu gerçeğinden söz etmez. Ama ancak bütün bunları göz önüne alırsak Çin’deki ücret gerçeğini anlamış oluruz. Halk veya işçi, gelirinin yüzde 30’unu tasarruf ediyorsa, kazandığı parayı harcayacağı zorunlu bir ihtiyacı kalmamış demektir.

Türkiye’de bırakalım asgari ücretle geçinmek durumunda olan milyonları, daha üzerinde gelir elde eden toplum kesimleri için böyle bir durum söz konusu mudur?

Çin’in, herşeyi ihracatın artırılmasına göre ele aldığı bir başka büyük yanılgıdır. Çin’in çok büyük bir iç pazarı vardır ve son 10 yıl içinde Çin Komünist Partisi, döne döne iç pazarın esas alınması vurgusunu yaptı.

Çin, 2015 yılında aldığı kararla 2021 yılına kadar BM ölçülerine göre ülkelerinde yoksulluğu sıfırlama hedefini önüne koymuştu. Ve geçtiğimiz aylarda yoksulluğu sıfırlama hedefine ulaştığını açıkladı. Bir buçuk milyara ulaşan bir ülkede yoksulluğun sıfırlanması, çok büyük bir iç pazarın varlığı anlamına gelir. Güçlü iç pazara dayanan ekonomilerin uluslararası planda çok daha büyük rekabet olanağına sahip olduğu tartışma götürmez.

Türkiye’de ise TÜİK verilerine göre “sürekli yoksulluk” halindeki nüfus oranının yüzde 13.7 olması aradaki bir başka farktır.

Ülke kaynaklarının nerelere harcandığı da bir başka önemli konudur. Çin’de Ortaçağ’ın ihyasına ayrılan bir kaynak yok. Bir ruhban sınıfı da finanse edilmiyor. Dünyanın en büyük ekonomisinde araştırma geliştirme çalışmalarına ayrılan kaynak GSMH’nın yüzde üçüne yaklaşıyor. Türkiye’de kaynaklar, Ortaçağ’ın ihya edilmesine, hortumculara, lüks tüketime, savurganlığa ve yandaşları zengin etmeye vb vb. ayrılıyor.

Çin’de yolsuzluğa karşı mücadele, en sert cezai tedbirlere başvurularak yürütülüyor. Kamu mallarını zimmetine geçirenlere idama kadar varan cezaların uygulandığı Çin’e karşılık,  “milletin a…. koyacağız” diyen işadamlarının baş tacı edilmeye devam ettiği Türkiye’yi kıyaslamak, herşeyi bir yana bırakalım, sadece bundan dolayı bile komiktir.

Çin, dünyadaki yerini net olarak saptamıştır ve bu konuda tutarlı bir politika izlemektedir. Çin emperyalist hegemonyacılığın karşısında ve gelişmekte olan ülkeler safındadır. Bu politikasıyla bütün gelişmekte olan dünyaya güven vermektedir ve bu güvenin ekonomik sonuçları da doğal olarak olmaktadır. Türkiye ise AKP’nin sözümona “büyük güçleri birbirine karşı kullanma” politikasının sonucu olarak tam tersi bir konumdadır. Bu da dış ilişkilerde, ekonomik sonuçları da olan güvensizlik kaynağıdır.

Bu liste uzatılabilir.

Gerçekte yapılması gereken   

Bütün bunları bir yana bırakalım; Türkiye sadece bir konudaki yanlışını düzeltse ekonomik krize karşı da en etkili tedbiri almış olur.

AKP, İhvancı politikasını terk edip Şam ile el sıkışsa;

1. Sırtındaki mülteci yükünden kurtulur.

2. Fırat’ın doğusundaki PKK hakimiyeti sona erer ve bu da terör örgütünün silahlarını atması anlamına gelecektir. Böylece Türkiye, terörle mücadeleye ayırdığı kaynakları, ekonomik krizle mücadeleye, üreticiyi desteklemeye ayırabilecektir.

3. Şam ile el sıkışma Türkiye’nin, Batı Asya’daki komşuları başta olmak üzere Bölge’de ve Asya’nın bütününde ekonomik olarak çok büyük olanaklar elde etmesi anlamına gelecektir.

Onun için Cumhurbaşkanı’nın bugün “İhracat, ihracat, ihracat” demesi yerine, “Şam’la el sıkışma, Şam’la el sıkışma, Şam’la el sıkışma” demesi gerekir.

Kısacası bir tarafta, halkçı-devletçi ekonomi politikası uygulayan bir Çin, diğer yandan dünya piyasalarıyla bütünleşmeyi esas alan ve Ortaçağı ihya etme peşindeki AKP Türkiye’si.

Veya şöyle de söyleyebiliriz: Bir yanda Atatürk’ün halkçı devletçi modelini sosyalist bir anlayışla uygulayan Çin, diğer yandan Atatürk’le hesaplaşma peşindeki AKP!

Bu durumda Çin’in yaptığı yapılabilir mi?