16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu öncesinde bir miting çalışması dolaysıyla Muş’a gittim. 6 Nisan’da yaptığımız miting öncesinde o dönem Muş Valisi olan sayın Seddar Yavuz ile görüştüm. Sayın Vali’nin Muş’da yaptıkları çalışmalar konusunda anlattıkları arasında verdiği bir bilgi son derece önemliydi.
Vali bey; “Muş’ta geçen yıl vergiler dahil devletin elde ettiği toplam gelir 280 milyon TL, ama sadece Sosyal Yardımlaşma Fonu’nun yurttaşlara dağıttığı para ise 200 milyon lirayı geçti.” demişti.
Bu bilgi üzerine o zaman bir yazı kaleme almıştım. 1987’de, tam da özelleştirmelerin Türkiye gündemine girdiği yılda faaliyete başlayan – halk arasında anılan adı ile söyleyecek olursak Fak-Fuk-Fon idaresi – kamu ekonomisinin tasfiye edildiği, insanlarımızın açlık ve işsizliğe mahkum edildiği süreçte, çalışarak hayatını kazanma durumunda olan önemli bir yurttaş kitlesinin dilenci konumuna düşürülmesinin zeminini yaratma anlamına geliyordu.
Nitekim bu gelişme, Muş’ta özelleştirme politikaları sonucunda daha önce faaliyet gösteren devlete ait Tekel, Süt ve Barut fabrikalarının kapatılması anlamına gelmiştir.
Oysa Devlet, 2016 yılında sadaka olarak dağıttığı 200 milyon tl ile 12.500 bin kişiye asgari ücretten iş verebilir, böylece hem onların emeğiyle hayatını kazanan başı dik yurttaşlar olması sağlanmış olur, hem de çalıştıkları için ülke ekonomisine katkıda bulunmuş olurlardı.
Ama tam tersi oldu Türkiye’de… “Fak-Fuk-Fon politikası” yıllar içinde derinleştirildi. 2022 bütçesinde Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın payı 66 milyar Tl’dir ve bakanlıklar arasında altıncı sıradadır.
İşte bu bir tercih sorunudur. Emeğiyle hayatını kazanan kişiye, kolay kolay “kul” muamelesi yapamazsınız.
İnsanlarımız bilinçli olarak dilenci konumuna düşürülmekte, bir yandan ülke kaynakları yandaşlara peşkeş çekilirken diğer yandan arta kalan kırıntılarla hayatını idame ettirmeye çalışan milyonların yaratılmasından medet umulmaktadır.
Bu yaklaşım, sayın Esfender Korkmaz’ın Yeniçağ gazetesindeki 8 Şubat tarihli makalesinde yazdığı üzere “bilerek yoksul yaratma politikası”dır. Ve bu “Ortaçağ kafası”dır. Ekmeğe muhtaç edilen kişi kendisine ekmek verene minnet duyacaktır, boyun eğecektir. Düşünülen ve arzulanan budur.
Nereden nereye
20 yıllık AKP iktidarı döneminde Türkiye’de gelir dağılımındaki adaletsizlik daha da derinleşmiştir. Türk-İş’in yaptığı araştırmaya göre halkımızın yüzde 30’u açlık ve yüzde 60’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gene geçenlerde yayınlanan Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre Türkiye’de en yoksul yüzde 50 milli gelirin yüzde 4’ünü, ortada bulunan yüzde 40, milli gelirin yüzde 29’unu ve en zengin yüzde 10 ise milli gelirin yüzde 67’sini elde tutmaktadır.
Üstelik gelir dağılımındaki bu bozulma genel olarak bir yoksullaşmanın yaşandığı koşullarda gerçekleşmiştir. Türkiye’de kişi başına düşen gelir 2010 yılında 10.931 dolar iken 2021 yılında 8.600 dolara düşmüştür.
Gelir dağılımındaki bozuklukta Avrupa’da birinci, dünyada beşinci sıradayız.
Korona salgınının söz konusu olduğu son iki yılda bankalar ve belli çevreler kazançlarını katlarken, emekçiler ve küçük esnaf başta olmak üzere toplumumuzun geniş kesimleri açısından hayat koşulları kötüleşti. Salgın sürecinde ekonomik destek alan yurttaşların sayısı 6.7 milyon olurken, küçük bir azınlığın bankalardaki serveti 410 milyar tl arttı.
Yoksulluğu ve açlığı dine sığınarak açıklama, zenginlikleri ellerinde toplayanların yüzyıllardır başvurduğu bir yöntemdir. Tayyip Erdoğan’ın “Allah sizi malınızdan, canınızdan eksilterek ve bazen açlıkla sınar” sözleriyle itiraf ettiği üzere, 20 yıllık iktidarlarının sonunda Cumhuriyet Türkiye’sinde insanları açlıkla yüzyüze getirdiklerini kendi ağzıyla itiraf etmiş oluyorlar.
Ama bütün bu açıklama gayretleri, AKP iktidarı açısından nafile çabalar olmaktan öteye gidemez.
1.5 milyarlık Çin, 2020 yılının sonunda yoksulluğu sıfırlamış olduğunu açıkladı. Ki o Çin, bundan 70 yıl önce dünyanın en yoksul ülkelerinden biriydi.
Gelişmekte olan dünyanın bir bütün olarak son dönemde dünya toplam geliri içindeki payını sürekli olarak arttırması söz konusuyken Türkiye’de 2013 yılından bu yana kişi başına düşen milli gelirin sürekli olarak düşmesini ve Türkiye’nin ekonomik büyüklük sıralamasında 20 yıl önce olduğu 17. sıradan bugün 21. Sıraya düşmüş olmasını; “Allahın takdiri” ile açıklamaya çalışmak boşuna bir çaba olmanın ötesine geçemez.
21. yüzyıl insanını, hele hele Cumhuriyet Devrimi mucizesini gerçekleştirmiş, “10 yılda 15 milyon genç yaratmış” ve her bakımdan kendi kendine yeten dünyanın yedi ülkesinden biri olmuş Türkiye insanını; 7. yüzyıl kafasıyla uyutabilmek mümkün değildir.
Yukarıda saydığımız bütün veriler, sadece ve sadece Türkiye’nin, yeniden büyük bir değişimin arifesinde olduğunu gösterir.