“Avrupa Aleviliği” (1)

Celali isyanları 1500’lü yılların başından 1600’lü yılların sonuna kadar sürdü. Bütün tarihçilerin üzerinde hem fikir oldukları nokta, Celali İsyanları öncesinde Anadolu’daki Türkmen nüfusun yüzde 90 oranında Alevi olduğuydu.

            Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlı devletinde etkin konumlara geçen İdrisi Bitlisilerin ve Ebusuudların İslam anlayışı sisteme hakim olunca, Anadolu’nun Türkmen Alevilerinin “İslam dışı” oldukları ilan edildi ve haklarında “katli vacip” fetvaları çıkarıldı.

            200 yıllık isyan döneminin sonunda Anadolu’nun mezhep haritası değişti. Anadolu Türkmenlerinin bir kısmı İran coğrafyasına göçtü. Bugünkü İran nüfusunun yaklaşık yüzde 35’i Türk kökenlidir ve bunların bir kısmı Anadolu’dan “şah’a giden” Alevi Türkmenlerdir. Çaldıran savaşında Şah İsmail’in ordusu bütünüyle Türkmenlerden oluşurken, Osmanlı ordusu Yeniçerilerden ve ağırlıklı olarak Balkanlardaki eyaletlerden getirilen askerlerden oluşuyordu. Anadolu’dan İran’a olan kitlesel göçün meydana gelmesinde, 10 büyük Alevi ulusu arasında sayılan Hatayi’nin (Şah İsmail) kurucusu olduğu Safevi devleti ile Osmanlılar arasındaki kavganın da büyük rolü oldu. Anadolu’da kalan Alevilerden, Kuyucu Murat Paşaların kıyımından kurtulanların büyük kısmı Sünnileşti. Kervan geçmez, kuş uçmaz dağlar ile bataklıklara sığınan Aleviler ise varlıklarını sürdürdü.

            Burada önemli olan nokta şudur: Bütün bu yüzyıllar boyunca Ebusuudların temel yaklaşımı, Aleviliğin “İslam dışı” olduğu görüşüydü. Aleviler ise gene bütün bu yüzyıllar boyunca kendilerinin gerçek “İslam”ı savunduklarını söylediler. Bu inançlarından dolayı kırımlara uğradılar, başlarını verdiler, derileri yüzüldü, darağaçlarına gönderildiler, çoluk çocuk kuyulara dolduruldular. Gene de yüzyıllar boyunca “gerçek İslam biziz” sözleriyle ifade ettikleri inançlarından vazgeçmediler.

            Şimdi ise 30 yıldır Avrupa kaynaklı değişik bir “rüzgâr” esiyor. Aleviliğin İslamiyet dışı olduğunu savunan görüşler yeniden ortaya çıktı. Yalnız bu yeni rüzgârın sahipleri, artık Ebusuudların takipçileri değil, Avrupa ülkelerinde bulunan kimi Aleviler.

            Ebusuudların takipçileri ise Alevilerin İslam dışı olduğu şeklindeki görüşlerini artık açıkça söyleyemiyorlar. Bunun yerine, yeniden ele geçirdikleri devlet olanaklarını, her türlü yolu deneyerek Alevileri kendilerine benzetmek için kullanıyorlar. Çünkü devir değişmiştir. Cumhuriyet Devrimi’ni ve laikliğini yaşamış olan Türkiye’de, Ortaçağın mezhepçi anlayışını olduğu gibi uygulamak mümkün değildir.

             Ama özellikle 1980 sonrası; kimi, 12 Eylül yönetiminin baskıcı rejiminden kaçan, kimileri de daha iyi bir hayat için iş bulmak amacıyla Avrupa ülkelerine giden, bu ülkelere iltica eden Alevilerden bazıları; Aleviliğin aslında İslamiyet dışı bir inanç olduğunu “keşfettiler!”

            Gerçi bu “keşfin” asıl sahipleri onlar değil… Üniversiteler, belediyeler ve diğer ilgili kurumlarıyla Avrupa devletleri, 1980’lardan sonra her yerde ortaya çıkan Alevi örgütlerinin bu yöndeki çalışmalarını cömert fonları ile desteklediler. Birkaç yıl önce Almanya’da, Kuzey Ren Westfalya Parlamentosu, eyaletinde bulunan Alevi örgütünü, “Kamu tüzel kişiliği” olarak oybirliği ile kabul etti.

            Geçtiğimiz Nisan ayında ise Avusturya devleti bir adım daha ileri gitti. Avusturya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun Aleviliğin İslamiyet dışı bir inanç olduğu ve kendilerinin ayrı bir inanç grubu olarak kabul edilmeleri şeklindeki başvurusunu kabul etti.

            Avusturya Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanı Özgür Turak, hedeflerinin “Birinci olarak inanç topluluğu olarak kaydedilmeleri, ikinci olarak ise diğer inançlara tanınan hakların alınması için ‘din topluluğu’ statüsünde tanınma” olduğunu söylüyor.

            Avusturya Din Kurumu Kültür Ofisi Başkanı Florian Welzig, Kathpress isimli gazeteye konuşarak AABF yöneticilerinin yaptığı açıklamaları doğruladı.

            Böylece Aleviliğin “İslam dışı” olduğu şeklindeki iddianın sahipleri değişmiş oldu. Geçmişte Ebusuudlara ait olan bu iddianın bugünkü sahipleri Avrupa Birliği üyesi devletler ve Avrupa destekli Aleviciler oluyor.

NEOLİBERAL GERİCİ SALDIRI

Bu gelişmenin esas açıklaması, dünyamızın son 40 yılda yaşadığı neoliberal gericilik dönemindeki gelişmelerdedir. Bilindiği üzere 1970’lerin ortalarından başlayarak Devrim dalgasının geri çekilmesi, ABD’nin Vietnam yenilgisinin ardından toparlanarak yeniden saldırıya geçmesi, Sovyet Birliğinde yaşanan geri dönüş ve sonrasında gelen çöküş; kapitalist emperyalist sistemin ideolojik, siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda yeniden saldırıya geçmesini beraberinde getirdi.

            Saldırının ideolojik boyutu, bir yandan bütün devrimlerin yanlış olduğunu ve insanlığı doğal gelişme mecrasından çıkardığını ileri süren sivil toplumcu teorilerin ortalığı kaplaması şeklinde kendini gösterdi.

            Diğer yandan insanlığın, Büyük Fransız Devrimi’nden bu yana kendi doğasına ters milliyetçilik ve sosyalizm gibi ideolojik akımların etkisi altına girdiğini, ama artık bu dönemin sonuna geldiğimizi, insan doğasına en uygun olan ideolojik yaklaşımın kişinin kendisini; bir dinin, bir mezhebin, bir etnik grubun, hatta hatta bir aşiretin veya tarikatın mensubu olarak görmesi olduğunu iddia etti. Neoliberalizmin teorisyenleri, anti emperyalist milliyetçiliğin ve sosyalizmin etkisini kaybetmesiyle insanlığın bütün dünyada şimdi bir “aidiyet”, bir “kimlik” arayışı içine gireceğini ve geleceğin dünyasını bu kimlik arayışları ve çatışmalarının belirleyeceğini söylüyorlardı.

            Huntington’lar ve Fukuyama’lar tarafından ileri sürülen bu yeni teori, 1980’lerden sonra emperyalist dünyanın dünya çapındaki yeni saldırısının ideolojik dayanağı olarak “Medeniyetler Çatışması” adıyla ifade edildi.

            Amaç açıktı: 20. Yüzyılın başında, bir tarafta emperyalist sömürgeci ülkeler; karşılarında ise Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın sömürge ve yarı sömürgeler dünyası vardı. Ekim Devrimi ve Türk Milli Kurtuluş Savaşı’nın ardından geçen yarım yüzyıl içinde geçmişin sömürge ve yarı sömürgeleri bağımsızlıklarını kazanarak ulus devletler haline geldiler.

            Dünyanın üçte birinde sosyalistlerin iktidara gelmesi ve sayısı 160’ı bulan bağımsız ulus devletlerin (1930’larda Milletler Cemiyeti üyesi devlet sayısı 35 idi) ortaya çıkması sonucunda, emperyalist sömürü ve yağma düzeni önemli ölçüde sınırlanmış, dünün sömürgeci efendilerinin çıkarlarına büyük darbeler indirilmişti.

            Son elli yılın neo liberal gerici saldırı döneminde emperyalizm, önceki yarım yüzyılda kaybettiği mevzileri yeniden ele geçirmek amacıyla saldırıya geçti. Hedef bağımsız ulus devletlerdi. Bu devletlerin hiçbiri etnik olarak ve inanç yapıları itibariyle homojen durumda değildi. Bağımsız ulus devletleri hedef alarak yeniden eski konumunu elde etmek için harekete geçen emperyalizm, bu ülkelerdeki çoklu etnik ve dinsel farklılıklar taşıyan yapıyı değerlendirebileceği elverişli bir araç olarak gördü. “İnsan doğasına en uygun ideolojik yaklaşım, insanın kendisini bir etnik veya dinsel gruba ait hissetmesidir” şeklinde özetleyeceğimiz ideolojik yaklaşım işte bu amaçla üretildi, piyasaya sürüldü. Bu ülkelerdeki etnik ve dinsel örgütlenmeler desteklendi. Eğer bu tür örgütlenmeler yoksa emperyalistler doğrudan devreye girdi ve bu örgütleri kurdu. Elbette söz konusu ülkelerden kapitalist ülkelere çeşitli nedenlerle göçmüş olan etnik ve çeşitli dinsel grup mensupları, böyle bir çalışma açısından emperyalistler açısından aranıp da bulunamayacak bir “malzeme” durumundaydı.

            Elbette özellikle Türkiye’nin son 20 yılında AKP eliyle adım adım uygulamaya konulan laikliğin tasfiyesi politikası, Alevilere karşı sistematik bir şekilde uygulanan ayrımcı politikalar, Alevilerin devletin yönetim kademelerinden neredeyse tamamen dışlanması ve hayatın her alanında maruz kaldıkları mezhepçi uygulamalar; emperyalistlerin bu sorunu Türkiye’ye karşı kullanabilmelerini mümkün kılmaktadır.