14 Şubat… Doğum günümdü… Haberin geldi sabahtan. Biliyor musun, ağlayamadım bile saatlerce. İnanmadım ki…
Çok değil, depremden dört gün önceydi daha, balkondan el sallayarak uğurlamıştım seni. Yani o son gelişin miydi? Yani artık yoldan arayıp “Yarın akşam sizdeyim!” demeyecek miydin hiç? Yani ben artık “sevinçli bir telaş içinde” evimi temizleyip yatağını hazırlamayacak mıydım? Yani ertesi sabah erken kalktığımı zannederken, her seferinde seni Hasan Yalçın ağabeyin de oturduğu o koltukta yazını yazarken bulup da utanmayacak mıydım artık?…
Bahçemdeki kediler, balkonumdaki kuşlar aç kaldı o gün…
Kolay değil, seni tanıdığımda 18 yaşındaydım henüz. Herkes senden “en çok işkence gören, ama hiç konuşmayan” birisi olarak söz ederdi. Sen tabii ki hiç anlatmazdın, biz de soramazdık. Öyle ağır, öyle saygın bir duruşun vardı ki, yıllar sonra benden yalnızca üç yaş büyük olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım.
Çok sık gelirdin Mersin’e. Hep de bizde kalırdın. Ne çok gururlanırdım bilsen… Çünkü sen, kongrelerde genel başkandan sonra en çok oyu alan parti önderimizdin.
Arkadaşlar seni genellikle ‘siyasi’ özelliklerinle anlatıyorlar. Ben de ‘insani’ yönünle ilgili bir şeyler anlatmak istedim. Birçok anı içinden beni en çok etkileyen, fikrimce de en çok ‘sen’ olan iki tanesini seçtim.
Hatırlıyor musun, yıllar önceydi. Dilsiz dostum, bebeğim Pekoş hayattaydı henüz. Kapıdan seni yolcu ediyorduk. O da seni yolcu etmeye gelmişti ama sen onu fark etmemiştin. “Aşkolsun abi, bak Pekoş da seni uğurlamaya geldi.” demiştim. Üzerinde yıllardır gördüğüm iki takımından birisi vardı gene. Pekoş’a bir el sallayıp gidebilirdin pekâlâ. Ama sen, o yıllanmış ama tiril tiril pantolonunun dizini yere koyarak, dakikalarca okşayıp onun gönlünü almıştın. Sen zaten kimseyi kırmazdın ki…
İkinci anımı sen bilmiyorsun. Çünkü uyuyordun. Hani Sosyalist Cumhuriyet Partisi yeni kurulmuştu, biz de Mersin’de bir kahvaltı düzenleyip seni davet etmiştik. Bir gün önceden, Kaya Ağabey’le beraber gelmiştin. Yatma vaktiydi, ama arkadaş biraz daha oturmak istiyordu. Sen izin isteyip odaya geçtin. Çünkü yarın dinç olmalıydın. Bir süre sohbet ettikten sonra Kaya Ağabey de yatmak istedi. Odada senin her zaman yattığın somya ve bir de yer yatağı vardı. Arkadaşa “Kusura bakmayın, sizi yerde yatırmak zorunda kaldım.” diyerek kapıyı açtım. Ama yer yatağı boş değildi, sen orayı seçmiştin. İkimiz de şaşırmıştık. Sen Genel Başkan’dın ya… Arkadaşın gözleri dolmuştu. “Yapacak bir şey yok. Adam devrimci…” diyebilmişti yalnızca.
Ben seni işte böyle tanıdım. Seni sadece parti toplantılarında görüp “Neden hiç gülmüyor.” diyenler nerden bilsin dost sohbetlerindeki çocuk saflığında gülüşlerini? Bana artık kim, neyi anlatabilir ki sana dair…
Elli yıl beraber mücadele ettik seninle. Yeri geldi birbirimizi de eleştirdik, kırmadan, kırılmadan… Sen zaten kimseyi kırmazdın ki…
Sonra…
Sonra yavaştan bir karabasan çöküverdi “iğne ile kuyu kazarak” var ettiğimiz elli yıllık yuvamıza. Birileri güneşi balçıkla sıvamaya çalışıyordu inatla. Böyle zor bir işe girişebilmek için, bir hesapları vardı mutlak…
“Kirli unsur” diyebildiler sana canlı TV yayınında. “yalancı” diyebildiler. “Dersim gurubu- Biden tayfası” diyebildiler.
Sen ve “YALAN”, sen ve “KİR”!..
Bunu söyleyenler de dâhil herkes çok iyi biliyordu bu kelimelerin seninle yan yana bile gelemeyeceğini.
Sordun “Nerem kirli, yalanım ne?” diye. Cevap yoktu…
“Alevicilik yapıyor!” bile diyebildiler.
Duyduğumda aklıma yıllar önce alevi kökenli bir arkadaşımın anlattıkları geldi. “Kızım üniversiteyi kazanmıştı. Ama gideceği ilde hiçbir tanıdığımız yoktu. Telaşa düşmüştüm. Hemen Bedri Ağabey’i aradım. Bana ‘Merak etme, orada çok iyi bir il başkanımız var. Kendisini arayacağım’ dedi. Ben ise o telaşla hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve ‘Abi, bizden mi?’ diye soruverdim. Bedri abi birkaç saniyelik suskunluktan sonra ‘Ben sana partimizin il başkanından söz ediyorum. Sen partiye güvenmiyor musun? Çok merak ediyorsan söyleyeyim: Evet, SİZDEN’ dedi. Bu ağır dersi alalı çok zaman oldu. Ama inan, hâlâ utanıyorum”.
Bu “sürsen bulaşmaz” türü iftiralara, üstelik de bunu yapanlar için tek bir kötü söz bile etmeden nasıl dayanırdı ki bir insan? Belki de Pir Sultan’ca “Kalsın benim davam, Divana kalsın!” diyerek…
Sen dayandın… Ama ya kalbin?
Akılların kiraya verildiği, vicdanların suskunluğa büründüğü bir alaca karanlıktaydık. Sen o suskun kalanlar için bile tek bir kelime etmedin. Belki de Hz. İsa’nın çarmıha gerilirken söylediği gibi “Tanrım, onları affet. Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diyerek…
Dayandın gene… Ama ya kalbin?
Hukuk rafa kalkmış, hüküm verilmiş, kalem kırılmıştı.
Sen ve susmayanlar için tek bir yol kalmıştı: Elli yıl sonra tekrar, evet tekrar “iğneyle kuyu kazmaya” başlamak… Bu zorlu mücadelede başından beri yanında yer aldığım için kendimle hep gurur duyacağım.
Devrimciydin, her şeyi silip sadece önüne baktın. Kolları sıvayıp tekrar yola koyuldun, elli yıl önceki heyecanın ve azminle. İlk hedef, seçime girmek için gerekli örgütlenmeyi tamamlamaktı. Tüm ülkeyi tekrar tekrar dolaşıyordun. Henüz bir şoförün bile yoktu oysaki… Günde kaç saatin telefonda geçiyordu, kaç saatin direksiyon başında kim bilir… Beş saatlik uykuyla yetiniyordun. Yemek yemen gerektiğini kim bilir ne zaman hatırlıyordun?
Çünkü halkımızın “kır katır mı, kırk satır mı” türünden ikili bir seçime zorlandığı bu ortamda, bu iki seçeneğin dışında kalabilecek bağımsızlıkçı- halkçı- devletçi yani “Atatürkçü” bir Cumhurbaşkanı adayı belirlemek için görüşmeler yapman gerekiyordu…
Çünkü gelişmeleri takip edip yazılar yazman gerekiyordu…
Çünkü yurt dışı dâhil “örgütlenmeyi” örgütlemen gerekiyordu.
Sahi, yarım kalmış on beşinci kitabın var mıydı?
Hepsi seni bekliyor, üstelik zaman da giderek daralıyordu. Üstelik deprem olmuştu, üstelik son günlerini de orada geçirmiştin.
Dayandın tüm zorluklara… Ama ya kalbin?
O hiç mi yorulmadı, kırılmadı, örselenmedi? Sana belli etmediğimiz ama aramızda hep konuştuğumuz endişemiz çok ama çok erken gerçekleşti.
Seçime girmek için gerekli örgütlenmeyi sağlamıştık. Pazartesi günü bir basın açıklaması ile duyuracaktın. Deprem oldu…
Peki ne mi olacak? Cevabı sen de biliyorsun ağabey, yaktığın o devrimci meşale tabii ki hiç sönmeyecek. Gözün arkada kalmasın, söz veriyoruz, sensiz çok zor olacak biliyorsun, ama olacak!
Mektubuma son vermeden önce benden öğrenmemi istediğin, ama depremin acılı günlerinde seni arayıp da söyleyemediğim bir şeyi şimdi paylaşmak isterim seninle. Hani son gelişinde yakın arkadaşım bir bilim kadını seninle görüşmek istemişti. Yoğun programın arasında ona da vakit ayırmıştın. Sen zaten kimseyi kırmazdın ki… Çok verimli bir görüşme olmuştu. Arkadaşım ayrıldıktan sonra “Gerçekten çok bilgili, çok vatansever bir insanmış. Tekrar görüşmek isterim.” demiştin. Ben de “Ağabey, öyle çok konuda kendisini yetiştirmiş ki, inanmayacaksın ama ‘yüzden karakter okuma’ bile buna dâhil” demiştim. Yüzündeki o çocuk gülüşüyle “Yapma ya. Merak ettim. Benim yüzümde ne gördüğünü sorup öğrenir misin?” demiştin.
Sordum. Söyledi. Ben de sana iletiyorum.
“Yapısında her zaman açık ve net olmak ve dengeleri sağlamak var. Tüm açıklığına karşın gerektiğinde çok ketum olmayı da becerebilen bir kişilik… Aslında çok duygusal ama sürekli akılcı olmak zorunda olduğu için bastırdığı bu yönü, çok coşkulu veya sevinçli olduğu anlarında kuvvetle ortaya çıkıyor. Görüştüğüm gün “akılcılık” adına “düşünür” yönünü bile baskılamış, üzerindeki acil ve ağır yükler nedeniyle yorgun bir insan olduğunu hissetmiştim. Ama aynı zamanda da gözlerinde uzağı gören insanlarda olan derin bir acı ve kararlılık vardı. En önemlisi de dünya malı veya dünya hazları ile hiç işi olmayan bir yapıya sahip”
İşte böyle ağabey…
Kim bilir belki bir gün sana müjdeler dolu bir mektup daha yazarım. Sana söz, bu kez ben senin ziyaretine geleceğim, yani hep davet ettiğin Gömemiş’e…
Şadiye Çelik, 23 Mart 2023