Savaşın temel kurallarındandır. Dostunuzu ve düşmanınızı doğru olarak belirleyemediğiniz zaman yenilgi kaçınılmaz olur. Aynı şekilde dostlarınız ve düşmanlarınızı tanımlamada belirsizlikler varsa, kimseye güven veremezsiniz ve bu durumdan en fazla yararlanacak olan da düşmanlarınızdır.
Türkiye 10 – 14 Şubat tarihleri arasında Kuzey Irak’ta “Gara Operasyonu”nu yürüttü. “ABD’nin kara gücü” PKK’nın, elinde rehin tuttuğu 13 Türk vatandaşını infaz ettiği saatlerde, Kuzey Irak’tan Suriye’ye 50 TIR’lık bir ABD konvoyu daha geçti. Son beş yıldır rutin bir şekilde yaptıkları üzere, terör örgütünün Suriye koluna savaş araç gereci taşıyorlardı. 2021 yılının 11. konvoyuydu. Demek ki ortalama dört günde bir konvoy geçiyor.
Son konvoyun varış noktası, Cizre’ye oldukça yakın olan Maliki ilçesine bağlı Ayn Divar köyü. Türkiye sınırına sadece 600 metre. ABD şimdi burada YPG ile birlikte bir askeri üs inşa ediyor.
Üzerinde durulması gereken esas gelişme budur. ABD “Gara Operasyonu”nda, tam da karşı taraftaydı. Bu ülkenin Dışişleri Bakanlığının, 13 şehit üzerine yaptığı ve katilleri aklama anlamına gelen ilk açıklamasından da bunu anlamak mümkün.
Ama bundan daha önemli olan operasyon sırasında da durmayan Suriye’ye askeri konvoy trafiğidir. Çünkü Irak devletiyle ortak hareket sağlanmış durumda ve bu durum Irak topraklarından artık ciddi bir tehdit gelemeyeceğini gösterir. Olan tehdit de “Gara Operasyonu”nun gösterdiği üzere rahatlıkla bertaraf edilir.
Ama Suriye’de her geçen gün ABD eliyle büyüyen tehdit için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Suriye’de gerçekte ne olup bittiğini anlamak için öncelikle, devlet ve millet olarak ABD’ye ilişkin tanımlamamızı netleştirmemiz gerekiyor.
Öyle görünüyor ki Türkiye’yi yönetenler bu konuda hala netleşmiş değil…
Türkçede, ABD’nin eylemine benzer faaliyette bulunan bir ülkeyi tarif edecek bir tek sözcük vardır: “Düşman!”
“Düşman”ın sicili
ABD’nin “düşman” olduğunu anlamak için elbette bu son gelişmelerin olmasını beklemek gerekmiyor. “Büyük müttefik” 1990 yılındaki 1. Körfez Savaşı’ndan bu yana her eylemiyle, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak ve parçalamak peşinde olduğunu defalarca gösterdi.
Eşref Bitlis’in katledilmesi, PKK ve FETÖ’yü Türkiye’ye karşı kullanma, Irak’ın kuzeyinde kurulan kukla devlet, Türk Ordusunu hedef alan Ergenekon tertibi, Bölge ülkelerini ve elbette Türkiye’yi de teslim almanın aracı olarak sahneye sürülen Siyasal İslamcı terör örgütleri, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi hedef alan tertipler, Terör Örgütü’nü hendek savaşlarına sürme, 15 Temmuz 2016’daki FETÖ darbe girişimi, Kafkasya’da Ermenistan’ın arkasında durma, nihayet Yunanistan Dedeağaç’ta, hemen burnumuzun dibinde kurulan askeri üs vb… Liste uzatılabilir.
Bütün bu eylemlerin sahibi olan devlet, elbette “düşman”dır.
Ve eğer Türkiye’yi yönetenler bütün bu olup bitenlerden sonra bile ABD ilgili olarak her konuşmaya başladıklarında sözlerine “Bu yapılanlar müttefikliğe sığmaz” şeklinde bir cümle ile başlıyorlarsa, olup bitenin farkında değiller demektir.
“Düşman”ı yerli yerine oturtmayan, düşmana karşı gerekli tedbirleri de alamaz!
Dostluğun maddi zemini
Aynı şekilde böylesine bir düşmanca faaliyetin hedefi olan ülkenin dostlarını da doğru tanımlaması gerekir. Hatta muhtemel dostlarını da “her zaman yanında olacaklardan” başlayarak doğru bir sıralamayla bilincine yerleştirmesi en önemli savunma tedbiri olarak da görülebilir.
Ortak tehdidin hedefi olmak, ülkelerin birbirinin dostu olmasının nesnel zeminini oluşturur.. Bu açıdan bakıldığında Rusya, Çin, İran, Azerbaycan, Irak ve Suriye; Türkiye ile aynı merkezlerden kaynaklanan tehdidin hedefidirler. Bundan dolayı menfaatleri, dost olmalarını zorunlu kılmaktadır.
Ama bu ülkelerden hiçbiri Suriye kadar, ABD’den, yani Türkiye’nin düşmanından gelen tehdidin hedefi değildir. Bu komşumuzun üçte biri şu anda fiilen ABD’nin işgali altındadır. İki de bir İsrail’den ateşlenen füzelerin hedefi olmaktadır.
Son on yıldır Suriye’yi harabeye çeviren ve yüzbinlerce vatandaşının ölümüne neden olan iç savaşın sorumlusu da ABD’dir.
Bu veriler, başka hiçbir ülkenin Suriye kadar, Türkiye ile kader birliği içinde olmadığını göstermeye yeter.
Altın anahtar
Peki Türkiye ne yapmaktadır?
Yaşanan bu kadar acı olaydan sonra bile Ankara, hala Şam’a dostluk elini uzatmış değildir.
Türkiye bir yandan son Soçi toplantısında olduğu gibi İdlip’teki en büyük silahlı güç olan “Heyet Tahrir Şam” örgütünü terör örgütü olarak tanımlayan sonuç bildirgesinin altına imzasını atmakta, ama öte yandan esas olarak bu örgütün bulunduğu bölgedeki askeri varlığı ile Şam’ın kendi topraklarındaki terör örgütüne karşı mücadelesini engellemektedir.
Bir yandan Fırat’ın doğusundan hem Türkiye’ye hem Suriye’ye yönelik askeri tehdidin boyutu ABD desteği ile her geçen gün artarken öte yandan Türkiye, İhvan egemenliğinde kendisine bağlı bölgeler yaratma politikasıyla hem Suriye’nin bütün dikkatini Fırat’ın doğusuna vermesini engellemekte, aynı şekilde bizzat kendisi de bu bölgede büyüyen tehlikeyi seyreder duruma düşmektedir.
Aslında Suriye, Türkiye’nin “en güvenilir” dostudur. Daha doğrusu Suriye, Türkiye’nin dostluğuna mahkûmdur. Tıpkı Türkiye’nin de Suriye’nin dostluğuna mahkûm olması gibi… Ama bu gerçeği görüp buna uygun hareket etmek yerine Suriye’yi düşman değilse bile dost olarak da görmeyen yaklaşımlar, en büyük zararı Türkiye’ye veriyor.
Bundan dolayı ABD, PKK eliyle Fırat’ın doğusunda bir devlet inşa ediyor. Bugünden sayısı yüzbinin üzerine çıkmış olan, zırhlı araçlara sahip bir “ordu” yaratılıyor. Ayn Divar’da inşa edilen üs, bu “ordu”nun kime karşı kurulduğunu açıklıyor.
Türkiye dostunu ve düşmanını doğru tanımlamadığı için bu gelişmeleri ne yazık ki seyrediyor.
Suriye’yle dostluk elini uzatmanın önündeki engel Ankara’nın “Müslüman Kardeşler” sevdasıdır. Bu sevda, Türkiye Mısır ilişkilerini de baltalıyor ve Mısırı Akdeniz’deki hesaplaşmada düşman kampa itiyor.
Bölgede, Suriye’yi ve Mısır’ı yanına almayan bir Türkiye, hiçbir büyük uluslararası mücadeleden başarıyla çıkamaz.
Suriye dostluğu, ekonomik kriz da dahil Türkiye’nin yüzyüze olduğu bütün sorunlarını çözmenin en önemli anahtarıdır.