Bir Söyleşinin Hikâyesi… (Yusuf Çelik)

Yusuf Çelik Temmuz 2012 Fatma Gültekin ile yaptığı söyleşinin hikayesini yazdı.

Söyleşinin başlığı “Gömemiş’te Bir Filozof” idi. Birçok gazete, dergi ve çok sayıda internet sitesinde yayınlandı. Yine yüzlerce kişi tarafından sosyal medya ortamında paylaşıldı. İlk kez 2012’de yayınlanmış olan söyleşi birkaç gün önce yine yoğun bir şekilde paylaşıldı ama söyleşiyi yapanın ismi cismi ortada yoktu. Onun için bu röportajın hikâyesini siz değerli takipçilerim için yazmak istedim.

2012 yılı Temmuz ayının ortasıydı. Oturduğum binanın mektup kutusunda küçük, sarı bir zarf gördüm. Kapağı açıktı. Üzerinde adım yazılıydı. Gönderen ise Mehmet Bedri Gültekin’di. Gültekin o zaman Ergenekon davasından Silivri cezaevinde yatıyordu. Heyecanla okumaya başladım. Annesinin Tunceli’nin yakın tarihinin tanıklarından olduğunu, 94 yaşına geldiğini ve bazı rahatsızlıkları olduğunu belirttikten sonra “Kendisiyle bir söyleşi yaparsan sevinirim. Bunu ancak sen yaparsın” diye yazmıştı. Bu bana hapisten yazdığı ikinci mektuptu. 1982 yılında yine hapisteyken, eşi ve çocuğunun kısa bir tatil için Mersin’e gelmek istediğini, uygun bir yer bulma konusunda yardımcı olmamı istemişti.

Silivri’den gelen mektubu alır almaz Tunceli’ye hareket ettim. Yeni yapılan bir barajdan dolayı otobüsler Tunceli’ye gitmiyordu. Elazığ’da indim. Bir minibüs ile Pertek’e gidecek feribotun kalkma noktasına vardım. Feribotun içinde o meşhur türküden bir mısra aklıma geldi: “Harput’un altı kelek, Dersim’e gidek gelek, Elin elimde olsun, Kapı kapı dilenek”. Artık hayvan postundan yapılan keleklerin yerini feribotlar almıştı. Aynı minibüsle Pertek’ten Tunceli’ye geldim. Sonra da başka bir araçla 15 km kadar yol aldıktan sonra nihayet Gömemiş’te, Fatma Gültekin’in evindeydim.

Söyleşinin Yankıları

Mehmet Bedri Gültekin hapisten çıktıktan sonra söyleşinin Silivri’deki yansımalarını, özellikle de komutanların annesine olan övgülerini uzun uzun anlatmıştı.

Sosyal medyadaki yüzlerce yorumdan birkaçını sizlerle paylaşayım:

Prof. Dr. Mehmet Yuva “Son yıllarda okuduğum en güzel, en insani röportaj olmuş”

Muharrem Yerli, Gazeteci-Kars “Bu röportajı çerçeveleyip büroma astım, gelen genç gazetecilere okutturuyorum”. Daha sonra da beni arayarak “Röportajın her bölümünü sevdim ancak Fatma ablanın kızına dönerek ‘Yahu bu adam ne kadar geveze, zırt pırt lafımı kesiyor” bölümüne bayıldım.

Osman Özbek, Emekli General “Harika bir röportaj, zevkle okudum”

Avukat Mete Aktaş “Bu röportaj kesinlikle iletişim fakültesi öğrencilerine ders olarak okutulmalı”

Ünal Akdağ, Gazeteci “Bu röportajı özellikle de gazetelerde çalışan meslektaşlarımız okumalı”

Söyleşide kahvaltı ile ilgili bir bölüm de vardı. Fatma abla o kadar güzel, o kadar doğal bir masa hazırlamıştı ki yazmasam olmazdı. Ama eşim, hapishanede olan dostlarla duygudaşlık yaparak bu bölümü çıkartmamı istedi. Ben de çıkarttım. Ancak Mehmet Bedri Gültekin’e asıl kopyasını göndermiştim. Dolayısıyla mapus arkadaşı yazar Hikmet Çiçek o bölümü de okumuş ve 15 Eylül 2012 tarihli Aydınlık gazetesindeki köşesinde şunları yazmıştı:

Gömemiş’e Kahvaltı Turu!

“Sofra evin bahçesinde, yeni olgunlaşmış elma ağacının altına kuruldu. Sofranın hemen 10 metre yanından geçen Pülümür Çayı’nın şırıltısından ve tavukların cıvıltısından başka ses yok. Masada şeker ve Karadeniz çayı dışında bütün yiyecekler bu evin imalatı. Çay, meşe ağacı odununun ateşinde demleniyor. Taze kaymak, taze yoğurt, yeni ayrandan ayrılmış tereyağı, böğürtlen dâhil beş çeşit reçel ve ayının götürmediği 24 kovandan birinin balı. 20 dakika önce sağılmış inek sütü, tereyağıyla karıştırılmış taze torak (çökelek), dut ve üzüm pekmezi, on dakika önce bostandan koparılmış üç ayrı çeşit biber (biri kırmızı ve közlenmiş) domates, salatalık ve acur… Ve tabii ki sacda pişmiş sıcak yufka ekmek…

Eğer zamanım olsaydı, Gömemiş’e kahvaltı turları düzenlerdim”

Yusuf Çelik‘in Tunceli’nin Gömemiş köyünde Fatma Gültekin‘le yaptığı söyleşiyi hatırlıyor musunuz? (Aydınlık, 8 Ağustos 2012) Okumadıysanız, bir yerlerden bulun ve okuyun. Aydınlık’ta ne yazık ki çok fazla bulamadığımız insanı, bir insanın öyküsünü, akıcı, duru bir dille anlatıyordu Çelik’in söyleşisi.

Yukarıdaki Gömemiş’teki kahvaltı satırları da Çelik’in Silivri’ye Mehmet Bedri Gültekin’e yazdığı mektuptan. Aslında Yusuf Çelik bu nefis kahvaltı tablosunu Aydınlık’a da yazmış. Fakat “Gittin orada güzel bir kahvaltı yaptın, bunu da ballandıra ballandıra yazıyorsun. Üstelik hapiste yatan insanlar okuyacak, bu doğru değil” denilince çıkarmış yazıdan bu bölümü. Ancak Mehmet Bedri Gültekin‘e yazdığı mektupta “Ama ben sizin ‘hasbelkader içeri düşmüş ana kuzuları’ olmadığınızı bildiğimden bu nefis kahvaltıyı sizlerle paylaşmak istedim” diye yazmış.

Yusuf Çelik‘in söyleşileri ile daha sık karşılaşacağımızı da duyurmuş olayım”

Söyleşi sırasında bol bol fotoğraf da çekmiştim tabii ki. Harici diskimde muhafaza ediyordum. Harici disk Mersin’in nemine dayanamayıp bozulunca tamir edilmesi için Ulusal Kanal’a göndermiştim. Kanaldan ayrıldıktan sonra birçok kez rica ettiğim halde geri alamadım. 20 yıllık alın terime, emeğime, anılarıma ulaşmak için halen umutla bekliyorum.

Söyleşinin son yankısı ise hayli ilginçti. Yayınlanmasından sekiz yıl sonra bir gün Doğu Perinçek beni arayarak söyleşiyi kendisine göndermemi istedi. Şaşırmıştım. Nedenini sorduğumda “Orada Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e karşı hakaret varmış” dedi. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söylememe rağmen ikna olmadı. Ben de gönderdim. Nedenini merak ediyordum. Amacı, parti üyesi olan Fatma ablayı disipline vermek olamazdı. Çünkü maalesef onu beş ay önce kaybetmiştik. Gerçek nedeni bir yıl kadar sonra anlayabildim. Mehmet Bedri Gültekin ile yollarını ayırmaya o zamandan karar vermişti, ancak onu itibarsızlaştırmak ve tabanı ikna etmek için geçerli bir şeyler arıyordu. Tabi ki bu söyleşide aradığını bulamadı.

Fatma Gültekin’i saygıyla anıyor ve Mehmet Bedri Gültekin gibi devrimci bir önderi yetiştirdiği için teşekkür ediyorum.

Okumamış olanlar için de söyleşiyi paylaşıyorum:

GÖMEMİŞ KÖYÜNDE BİR FİLOZOF: FATMA GÜLTEKİN

94 yaşındaki Fatma Gültekin, Tunceli’nin Gömemiş Köyü’nden seslendi! “Bir çocuğa verilecek en büyük ceza onu gemiciklere hapsetmektir”

Okuma yazması yok ama bir filozoftan geri kalır yanı da yok. En büyük mutluluğu ise çocuklarına hakkıyla kazanmayı, insan olmayı öğretebilmiş olmak. Hayatı tanımadan gemicik ve fabrika sahibi olanlar için de çok üzgün…

Fatma Gültekin 94’lük bir genç kız aslında. Tunceli’nin Gömemiş Köyü’nde Pülümür Çayı’nın kenarındaki evinin bahçesinde sorularımızı yanıtladı. Onu görmeden önce iki büyük ameliyat geçirdiğini bildiğimden bu söyleşiyi zor konuşan, hatırlamakta güçlük çeken birisiyle yapacağımı düşünüyordum.

Gördükten sonra ise, ‘nine’ demek bir yana, ‘teyze’ demek bile garibime gitti. Beyni saat gibi çalışıyor. Cümleleri düzgün, konuşması akıcı, mimikleri ve bastonunun ucunu yere vurarak yaptığı vurgular da cabası. Fatma Abla’nın konuştuğu Zazaca’ya yakın Dersimce’ye çok aşina olmadığımdan, tercümanlığımızı en küçük çocuğu Zarife Gültekin yaptı. Söyleşi sırasında bir kez araya girerek soru soracak oldum, kızına dönerek bir şeyler söyledi. Tercüme edilince öğrendim ki “Ne geveze adam, hep sözümü kesiyor” demiş.

Tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne konulmadan önce İşçi Partisi Genel Başkan vekili olan Mehmet Bedri Gültekin, Fatma Gültekin’in 10 çocuğundan biri. Fatma Abla’nın doğduğu Gömemiş Köyü, Düzgün Baba dağının eteğinde, Pülümür Çayı’nın kenarında kurulmuş 40 haneli bir köy.

Ayı ve tilki bahçenin ortağı

Bir dönümlük bostanı ve meyve ağaçlarıyla dolu bahçesinde 25 petek arı kovanı, biri hamile 3 ineği, 10 tavuğu, 1 köpeği var. Ayılar, tilkiler bu bahçenin ortağı. Fatma Abla “Bu nimetlerin hepsi bize ait değil” diyor ve bu doğal paylaşımı anlatmaya başlıyor: “Ayı yılda üç kez bu eve gelir. Birincisi bal zamanı, kovanların içinden en ağırını seçerek götürür, diğerlerine karışmaz. İkincisi üzüm zamanı, üçüncüsü de elma ve armutların olgunlaştığı zamandır. Yılda dört tavuğumuz da tilkinin payına düşer. Domuzlar ise bostan zamanı gelir ki, bu da onların hakkıdır. Meyvelerimizi toplarken de bir miktarını kuşlar için bırakırız. Yaratan bu bereketi bize ortak vermiştir. Karanlıkta sinek uçsa köpeğimiz havlar, peki bunlara niye havlamıyor? Çünkü köpek bile onların haklarını biliyor.”

“Ne dağdakilerden ne de askerden zarar gördük”

Ev, Tunceli- Erzincan yolu üzerinde. Bu bölgede hep çatışma çıktığını, yolların kesildiğini yıllardır bilirim. Acaba Fatma Abla hiç zarar görmüş mü?

“Biz hiçbir zarar görmedik, ne dağdakilerden ne de askerden. İki taraftan da ölenler olunca üzülüyorum, hepsi bizim çocuklarımız. Bu kavgayı isteseler bitirirler ama bence bitirmek istemiyorlar. Tunceli ile ilgili yazılıp çizilenleri de hak etmiyoruz. Her gün haberlerde cinnet geçirenleri, annesini babasını öldürenleri görüp üzülüyorum. Böyle şeyler burada hiç olmaz. Bana sorarsan Tunceli Türkiye’nin en sakin yeridir.”

10 evlat, 29 torun 13 torunzade

20 yaşında köylüsü Yusuf Gültekin’le evlenmiş. 61 yıl süren bu mutlu evlilikten en büyüğü 67, en küçüğü 45 yaşında, 5 kız, 5 erkek çocukları olmuş. Bugün en büyüğü 46 yaşında olan 29 torunu, 13 de torununun çocuğu var. Fatma Abla’nın sözleri yaşamını özetliyor: “Sırf onları okutmak için çok zor şartlarda çabaladık, borç ettik harç ettik. Ailemizde 1 savcı, 1 avukat, 1 öğretim görevlisi, 1 iktisatçı, 3 mühendis, 1 veteriner, 1 antropolog, 6 öğretmen, 3 hemşire, 6 kamu çalışanı ve öğrenimi sürmekte olan 10 öğrenci var.

Çok zengin olmadılar ama kimseye de muhtaç değiller. Ben ve babaları onların hep insan olmasını istedik, öyle de oldular. Şehir dışında olanlar yılda birkaç kez ziyaretime gelir. Tabi ki Mehmet (Bedri Gültekin) hariç. O da ister ama gelemez, esir. Bazılarının çocukları ise daha hayatla tanışmadan, koyunu, kuzuyu, bağı bahçeyi, suyu tarlayı tanımadan gemiciklerle, fabrikalarla tanıştı. O çocuklara üzülüyorum, gemiciklerin içinde hapis edildiler. Bir insanın çocuğuna verebileceği en büyük ceza budur.”

Ayda 20 yumurta İşçi Partisi’nin

“Bir gün oğlum Mehmet’le Elazığ’a gidiyorduk. Havadan sudan konuşurken birden bana dönerek ‘Anne, bir şeyi merak ediyorum. Benim yıllardır aynı partide mücadele ettiğimi biliyorsun. Bu partiye üye olmak hiç mi aklına gelmedi?’ dedi. Ben de cevabımı verdim: Siz teklif ettiniz de, ben mi üye olmadım?

Bunun üzerine, bana üyelikle ilgili bazı bilgiler verdi. Aidat ödemek gerekiyormuş, ayda 20 yumurta parası kadarmış. Aidatımı hiç aksatmadım, hatta yumurta fiyatı artınca ben de aidatımı arttırdım. Önceleri ben götürüp veriyordum, şimdi Tunceli’ye gidemediğim için ara sıra onlar gelip alıyor.”

“Silivri’dekiler Dik Dursun”

Silivri’de ağabeyi Bedri Gültekin’i ziyaret eden Zarife Gültekin, yaşlı bir tutuklu yakınının bastonuna bile izin verilmediğine şahit olmuş. Bu nedenle annesini oraya götürmek istemiyor.

Fatma Abla’nın oğluna bir mesajı var mıydı? “Sadece ona değil, Silivri ve Hasdal’daki tüm tutuklulara ve Genel Başkanıma selam ederim. Onların dik durduklarını biliyorum. Ama gene de derim ki, kazanmanın yarısı cesarettir.

Yıllar önce Trakya’daki askeri uçak kazasında çok şehit ve yaralı vardı. Damadımız İmam Canpolat da ağır yaralılar arasındaydı. Yaralılar sedyeyle taşınırken, komutanları ‘Cesur olun aslanlarım, sakın uyumayın, ancak dik durursanız hayatta kalabilirsiniz’ diyerek moral veriyormuş. Damadımız bir mucize gibi kurtuldu. Ben de genç bir kızken bana saldıran hırsıza direnmeseydim belki de ölecektim. Cesur olmaya ve dik durmaya devam etsinler. Sakın boyun eğmesinler, tertipçilerin tek istediği boyun eğdirmek.”

Dersim’de Devlet Haklıydı Ama Kurunun Yanında Yaş da Yandı

Fatma Gültekin, 1938 yılındaki Dersim isyanı sırasında 20 yaşında. Olayları çok iyi hatırlıyor. “Pülümür çayının güneyinde Alan, kuzeyinde Demanan aşireti vardı” diyerek o günleri anlatmaya koyuluyor. Alan aşiretinden olduklarını söyleyen Gültekin, olaylara yol açan en önemli etkenin Pağ köprüsünün yıkılması olduğunu belirtiyor ve bildiklerini anlatıyor:

“Demanan aşiretinden dul bir kadının Süleyman adındaki oğluna askerliğini yapması için celp gelir. Kadın celp kâğıdını alarak oğluyla birlikte yakın komlarda oturan bir Ermeni’nin yanına gider” Araya girerek, neden ağaya değil de Ermeni’ye gittiğini soruyorum. “O dönem her işi Ermeniler yapardı. Kırıkçı, semerci, nalcı, dişçi, kalaycı, mezarcı hep onlar. Celp meselesine de bir çare bulurlar diye düşünmüş olmalı. Kadın Ermeni’ye ‘Göndermezsem asker gelir, zorla oğlumu götürür. Ne yapabilirim?’ diye akıl sorar. Ermeni de askerin geçeceği Pağ köprüsünü yıkarlarsa oğlunun kurtulacağını söyler. Süleyman arkadaşlarını toplayarak Pağ köprüsünü yıkar. İşte Dersim olaylarına yol açan en önemli etkenlerden biri olan köprünün yıkılması hikâyesi budur.”

Demanan aşiretinden bir dilencinin köylerine gelerek yardım istediğini köylülerin de yardım ettiğini söyleyen Fatma Abla, sözlerine devam ediyor: “Dilencinin gelmesinden bir gün sonra, ‘Basıldık, uyanın’ sesleri ile uyandık. Bağıran kişi, uzun süredir yanımızda çalışan Demanan aşiretinden Seyit’in oğlu İbrahim’di. Odamdan dışarı çıktığımda, karşımda üzerinde fişek kütüğü düzülü iki adam gördüm. Birisi hemen elini boynumdaki gerdanlığa attı, diğerini başkası çağırdı, onun yardımına gitti. Ben adamın fişek kütüğünden tuttum, boğuşmaya başladık. Adam benim gerdanlığı bırakmıyor, bir ara ben onu altıma aldım. Gerdanlığı elinden alarak, samanlığa doğru fırlattım. Adam kaçmaya başladı, bu arada diğer mezralardan da yardıma geldiler. Çatışma çıktı. Onlardan iki kişi öldü, aldıkları eşyaları bırakarak kaçtılar. Meğer bize dilenciliğe gelen kişi, durumumuzun iyi olduğunu görünce gitmiş arkadaşlarını toplayıp getirmiş. Onların aşiretinden olan ve yanımızda çalışan İbrahim olmasaydı, çok zayiat verirdik.”

“Dağlara Gittik”

Olayların başlamasıyla birlikte askerin Demanan aşiretinin yerleşim yerlerine girdiğini duyduklarını söyleyen Fatma Abla sonrasını şöyle anlatıyor: “Büyük çatışmalar oldu. Gelen gidenler askerlerin çoluk çocuk demeden katliam yaptığını anlatıyordu. Bizler de, bizim köye de gelirler diye, köyü terk ederek dağa doğru çıktık. Bir kaç gün bekledik. Gelen giden olmayınca, tekrar köye geldik.

Bir gün sonra askerler köye geldi ve çadır kurmaya başladı. O sırada köyümüzün yaşlılarından Kaymakam lakaplı Ali Aşkın damın üstüne çıkarak kurban kesti bir yandan da yüksek sesle Düzgün Baba’ya dualar ediyordu. Komutan tercümanı çağırarak, ne diye dua ettiğini sordu. Tercüman da adamın ‘Ya Düzgün Baba, bu askerlere merhamet ver, bizim köyümüzde elini kana bulaştırmadan, onları sapa sağlam Kışlalarına, evlerine, yuvalarına gönder. Biz de kurtulalım, onlar da kurtulsun’ diye dua ettiğini söyledi. Komutan bir süre düşündükten sonra ‘İnşallah duası gerçekleşir’ der. Zaten ertesi gün de çadırlarını toplayarak köyü terk ettiler.”

Merak ettim ve sordum. Kim haklıydı? Fatma Abla yanıtlıyor: “Bence bu işte haklı da yok, haksız da yok. Ya da her ikisi de var. Bizim aşiret gibi, vergi veren ve askere gidenler zarar görmedi. Ama buna direnenler devletle çatıştı. Devlet bu isteğinde haklıydı. Ama elinde topu tüfeği olmayan bu aşiretleri yola getirmek için daha sabırlı davranabilirdi, kuruyu yaştan ayırabilirdi. Böylece bu büyük acıları yaşamamış olurduk.”

“Davayı Düzgün Baba’ya havale ettim”

Oğlu Mehmet Bedri Gültekin, 1 yıla yakındır Ergenekon davası nedeniyle Silivri’de tutuklu olan Fatma Abla, davayı Düzgün Baba’ya (*) götürüp götürmemeyi çok düşünmüş. Her gün dua etmiş, tertipçiler hatalarından dönsün de iş tatlıya bağlansın diye. Uzun süre beklemiş, ama dava bir türlü sonuçlanmamış. “Baktım ki, zalimler vazgeçmek yerine tertiplerine hâlâ devam ediyor, başka çarem kalmadı. Dava artık Düzgün Baba’nın önünde, Allah yardımcıları olsun.”

Davayı havale etmekte neden tereddüt etmiş acaba?

“Bizim buralarda çaresiz kalan yüzlerce kişi davalarını Düzgün Baba’ya götürdü. Baba işini öyle düzgün görmüş ki, haksız olanlar büyük belalarla karşılaştı. Kimine şimşek çaktı, kimi selden boğuldu, kimi felç geçirip yatalak oldu, kimini yılan ısırdı, kimi de kör oldu. Haksız olan bu şahısların tüm sülaleleri belayı buldu. ‘Tertipçilerin tüm yakınları da mağdur olur’ diye yüreğim el vermiyordu. Ama kusura bakmasınlar, başka çarem kalmadı. Benim oğlumu, arkadaşlarını, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinde de hapse attılar. O zaman üzülsem de kızamamıştım. Çünkü devrimcilik yapıyorlardı, darbecilere direniyorlardı. Darbecilere göre ortada bir suç vardı. Cezası belli, ne kadar yatıp çıkacağın da belli. Şimdi ortada ne bir suç var, ne bir delil var. Günahsız insanları yıllarca içeride tutuyorlar. İşte beni çileden çıkartan da bu. Onun için Düzgün Baba’ya her gün sesleniyorum ‘Ya Düzgün Baba bu zalimlere cezayı en üst kerteden kes’ diyorum.”

(*) Bölge halkının inandığı bir efsane.

Not : (Düzgün baba tertipçilere cezayı en üst kertede kesti zaten)

En Sevdiği TV Programı: Kelime Oyunu

Fatma Gültekin okumayı çok istemiş. Okumaya can atarken “kızlar okuyamaz” yargısının kurbanı olmuş. Beni en çok hayrete düşüren ise Fatma Abla’nın en sevdiği televizyon programını öğrenmek oldu. Okuma yazması olmayan, üstelik Türkçe de bilmeyen bir insanın sevmesinin asla mümkün olmayacağını düşündüğüm tek program.

Benim de severek izlediğim Kelime Oyunu. Peki, nasıl oluyor da oluyor?

Fatma Abla yanıtlıyor: “Hayatım mücadele ile geçti. İçimdeki öğrenme aşkından mı, söylediklerini tam anlamasam da, sunucunun güler yüzü ve samimiyeti mi bilmiyorum. Ama bazen çok kolay soruları bilemiyorlar ya, o zaman çok kızıyorum.”

Yusuf Çelik
https://torosruzgari.com/bir-soylesinin-hikayesi/