Kasım 1992. Soğuk bir Ankara sabahı. İşçi Partisi Genel Merkezi salonunda yaklaşık yirmi beş kişi koltuklarımıza oturmuş, üç hafta sürecek parti okulunun ilk gününde dersin başlamasını bekliyoruz. Henüz yirmili yaşlarının başlarında, üç beş gün önce partiye katılmış bir üniversite öğrencisiyim. Din değiştirme aşamasındaki bir faninin zihinsel sancılarını çekiyorum. Mensubu olduğum gelenekle siyasi ve ideolojik bağlarım kopmuştu ama geride bıraktıklarımın burukluğunu hala yaşıyordum. Ankara Gençlik Hareketi içinde bilinip sevilen, sosyalizm ve devrimcilik üzerine her şeyi yalayıp yutmuş (!) birinin bu parti okulunda öğrenebileceği ne olabilirdi ki zaten? Aynı gün başlayacak olan ortopedi stajı yerine parti okuluna devam etmeyi tercih etmenin suçluluğu da cabası. Ben bu duygu karmaşası içindeyken konuşmasından okul sorumlusu olduğunu anladığım, daha önce hiç görmediğim, üstünde modası çoktan geçmiş sıradan kıyafetler olan, sert görünüşlü, jest ve mimiği olmayan, ses tonu sabit, tanımayanlar için azar işitiyormuş duygusu yaratabilecek kırklı yaşlarda birisi, “Günaydın arkadaşlar.” diyerek salona girdi. Son derece sade, net ifadelerle parti okulunun amaçları, ders programı, üç hafta boyunca derslerin en verimli şekilde geçmesi için partide ve akşam evlerimizde yapılması gerekenler; yeme içmeden parti temizliğine, eğitmenlerle ilişkilerimize kadar pek çok konuda en küçük ayrıntıları hesap edilmiş kuralları hatırlatan konuşma tepeden tırnağa disiplin kokuyordu. Devrimciliğin üniversite-üniversiteli damgalı mekanlarda aksiyon ve heyecan dolu, bir o kadar da gösterişli, eğlenceli, yaşayabileceğimiz nahoş durumları da işin tuzu biberi gibi gören tarafıyla daha ilgili olan birisi için konuşma da konuşmacı da “Ne işim var benim burada!” dedirtecek türdendi. İçeriğinden çok çağrıştırdıklarıyla ilgilendiğim o konuşmadan da sonraki otuz yılı aşan hayatımın en önemli yol göstericisi, öğretmeni, ağabeyi, yoldaşı olacak olan konuşmacıdan da pek hazzetmemiştim o gün doğrusu.
Yıllar geçtikçe onu Mehmet Bedri yapan pek çok hasletin izlerini taşıdığını kavrayacaktım konuşma tarzının ve o konuşmasının. Eğer koca bir hayatın her anını korkmadan, bıkmadan ve yorulmadan, sarsılmaz bir inanç ve kararlılıkla, büyük insanlık yürüyüşünün bir parçası olarak yaşamak, bunun gerçek mutluluk olduğunu bilmekle, sadelik alçakgönüllülük arasındaki diyalektiği kavrayamazsak Mehmet Bedri’yi de anlayamayız şüphesiz. Devrimci; her koşulda yapılacak bir şeyler olduğunu bilen, yapılması gerekeni arayıp bulan ve yapandır ona göre. Üstlendiği veya kendisine verilen her görevi işin küçüklüğüne büyüklüğüne bakmaksızın, burun kıvırmadan titizlikle ele alan, hedefine ulaşmak için karşılaştığı sorunlardan yılmadan, disiplinini asla bozmadan, var olan olanakları sonuna kadar zorlayarak, ama sorsanız büyük bir sadelikle, sadece yapılması gerekeni yapandır Mehmet Bedri. O kadar öyledir ki yanındakilere de doğal olarak yapılması gerekeni hatırlatır sadece.
Her şey çok net ve sadedir onun için. Tartışılacak bir şey varsa tartışılır, karara bağlanır, program yapılıp işe koyulunur. Onunla konuşurken “Ne demek istedi acaba?” diye düşündürmez sizi, yormaz. Ne düşünüyorsa onu söyler; tenezzül etmez, ihtiyacı yoktur lafı dolandırmaya, başka hesaplar yapmaya, ima etmeye, gaza getirmeye. Kendine güvenen insan tavrıdır bu. Parti okulunun verimli geçmesi için kurallar hatırlatılırken süslü laflar, gösterişli nutuklar bekleyenler bir kez daha düşünsünler.
Sayısız tanıklığım kadar gerçek ama bir o kadar da masalsı, çok kez aklımın ve bilgimin sınırlarını zorlayan, hayatında “ben” bilmeyen, “özel çıkar”ı olmayan, ne pahasına olursa olsun yalan konuşmamış, boyun eğmemiş, bilerek haksızlık etmemiş bu yüksek karakter nasıl inşa edilir diye düşünüyor insan. Özel sohbetlerimizde zaman zaman onunla aynı zamanı ve mekanı paylaşıyor olmanın sevinciyle oturduğum yerden kalkıp onu kucakladığımda yüzünde beliren çocuksu mahcubiyeti, yaptıklarıyla ilgili bir şeyler konuşulup sorular sorulduğunda içinde “ben” geçen herhangi bir cümle kurmayı ayıp saydığından mevzuyu kapatma çabasını görerek utandığım ve öğrendiğim çok olmuştur.
Kişisel hırs, makam, mevki, unvan, övgü beklentilerini insanı küçülten zavallılıklar olarak gören; sadece kolektifin çabasını, başarısını, ulaştığı mertebeyi yücelten ve bunu bütün pratiğiyle ders verircesine ortaya koyan başka birini tanımadım ben. “Çıkar” sözcüğü sadece halk, kolektif, parti söz konusu olduğunda bir anlam ifade eder onun için. O kadar ki, aile içi, yakın akrabaları, arkadaşları, yoldaşları ile olan ilişkilerini düzenleyen en önemli belirleyicidir kolektif çıkar. Hayatı boyunca kırdığı veya haksızlık ettiği birileri varsa bunun da sebebi kolektif çıkarı gözetme duyarlılığıdır. İnsanlar kendi öznel durumlarından kaynaklı veya bazen haklı gerekçelerle partiyle karşı karşıya gelseler bile o yine de örgütü korumayı tercih ederdi. insanların kırgınlıklarını çözmenin partinin görebileceği bir zararı tamir etmekten daha kolay olduğunu bilmesidir onu bu konuda katı ve toleranssız yapan.
Hala daha, büyük haksızlıklara uğradığımı düşündüğüm, aktörlerinin bir kısmının parti önderleri olduğu olaylar zincirinin sonunda İstanbul’dan Ankara’ya göç ettiğimiz ilk günlerde Bedri Ağabeyle konuşmak için Genel Merkez’e gitmiştim. Onca yıllık emeğimizi, işimizi, arkadaşlarımızı yani bütün düzenimizi bozup Ankara’da sıfırdan yeni bir hayata başlayacağız. Konuştukça öfkem büyüyor, her şeye sallıyorum dizginsiz. Sakince dinledikten sonra öfkemi yatıştıracak, haklılığıma vurgu yapan bir şeyler söyledi. Sonra beni çileden çıkartan o cümle döküldü dudaklarından: “Sakın parti hafızasına seninle ilgili olumsuz kanaat bırakacak bir hata yapma.” Yaşanan onca şeyden sonra kimin ne düşüneceği umurumda değildi, “Haklı olduğumu biliyorum, bak sen de haklı olduğumu söylüyorsun. İstedikleri gibi koyabilirler beni arşivlerine,” dedim sinirle. “Anlamıyorsun. Burada mesele sen değilsin ki.
Siciline işlenecek bir olumsuzluğun umurunda olup olmaması, senin için rahatsızlık yaratıp yaratmaması başka tartışma konusudur. Burada önemli olan bir gün partinin gerçekten ihtiyacı olduğunda tereddütsüz sana başvurabilmesi meselesidir. Her ne olursa olsun, en zor koşullarda bile ‘Hakan vardır’ diyebilmekten partiyi mahrum etmek, eksik bırakmak meselesidir.” Hayret ve hayranlıkla baktım yüzüne. Rol yapmıyor, racon kesmiyor, beni ikna etmek gibi bir çaba göstermiyordu. Benzer konuşmayı yapabilecek çok kişi tanıdım; dinsel bir ritüeli yerine getirir gibi, kavramasa da öyle olması gerektiğine inandığı için öyle davrananı. Aslında yıllara yayılan tasfiye sürecindeki olağanüstü sabırlı ve sağduyulu tavrının nedeni de partinin kurumsal kimliğini ve örgütsel bütünlüğünü her şeyin üstünde tutmasındandır.
Mehmet Bedri’nin kendinden emin ve son derece sade hayatı gibi, düşüncelerini ifade etme şekli de son derece berrak, net ve basittir. Pratiği, söylediklerinin garantisidir ve sanırım onu tanıyan hiç kimse bir kez olsun aksi duyguya kapılmamıştır. Onunla olan her muhataplığımda, farklı da düşünsem, mutabık kalamasam da yaşadığım duygu sanki onunla değil de kendi vicdanımla konuşuyormuşum duygusudur. Sabrı ve sakinliğinin insanın sinirlerini bozabilmesi vicdanınızın haklılığını kulağınıza fısıldıyor olmasındandır aslında. Olunması gerektiği gibi olamamak, yapılması gerekeni yapmak için çabalamamak ister istemez tercihte bulunmaya zorlar sizi. Ya vicdanınızın sesini dinleyip kendinizi düzeltmek için çaba harcayacaksınız ya da vicdanınızla tüm bağlarınızı koparacaksınız, tıpkı en büyük varlığı olan partisinden koparılırken muhataplarının yaşadığı çaresiz mecburiyet gibi.
Mehmet Bedri, ozanın söylediği gibi ağulardan süzülen sabra ve künyesine kazınmış namusa sarılarak büyüyenlerdendir. Sabır, inanmışlığın, kararlılığın ve bilgeliğin; namus ise onu büyüten-geliştiren bütün değerlerin ürünüdür. Sahip olduğu yüksek ahlak anlayışı, yetmiş yıllık insan olma serüveninden damıtılıp kristalleşen paha biçilmez bir mücevher gibidir.
Tasfiyesinin esas nedeninin ahlak ve namus çıtasını çıkardığı yükseklik olduğunu biliyorum. Psikolojide bilinen en basit savunma mekanizması, çözemediğin sorundan kaçmaktır. Muhatapları onun çıtayı koyduğu yükseklikten korktular. Karakterleri ve birikimleri, içinde bulundukları kişisel rezilliklerden sıyrılmalarına pek de olanak vermiyordu. Tövbe edip yeniden insan olabilme yoluna girmek yerine daha kolay olanı, vicdanlarıyla olan bağlarını koparmayı tercih ettiler.
Köyünden bahsederken çocuk gibi olur, gözlerinin içi güler, heyecanlanırdı… En büyük şamata konumuzdu köylerimizi yarıştırmak. Geçen yaz için sözleşmiştik, beraber Gömemiş ziyareti yapacaktık. O zaman söylediklerimden çok pişman olacak, onun köyünün daha güzel olduğunu gözlerimle görüp ikna edilecektim. Olmadı… Cenazesinde görebildim. Oysa köy üzerine konuşacak ne çok şeyimiz eksik kalmıştı… Mezarı başından Pülümür Suyunun dibinden aktığı vadiye, karşı tepelere bakarken “Güzelmiş…” diye geçirdim içimden. Bütün devrimcilerin köyleri güzeldir çünkü. Doğduğun yeri her şeyiyle sevmekle başlar ortak hikayelerimiz. Kerimle gövdesine yaslanıp fotoğraf çektirdikleri Koca Çınar’ı sordum, daha aşağılardaymış, bulamadım. Ağaç büyük olduğu için mi kökleri uzar gider yoksa güçlü kökleri olan ağaçlar mı kocaman olur diye geçirdim içimden. O eşsiz doğası, kurdu kuşu, çiçeği böceği, ormanı, türlü meyveleri ve yemişleri, buğdayı arpası, otlakları, yaylaları, koyunu kuzusu, pınarları, dereleri, ırmaklarıyla yoğrulmuş zengin Anadolu topraklarından beslenen dört bir yandan gelen köklerin en uygun yerde birleşip Gömemiş’te yeryüzüne fışkırması gibidir o Koca Çınar. Ve sanki kadim uygarlıkları bağrında büyüten bu toprakların üzerinde hangi değerler yeşermiş, gelişmişse insanı insan yapan, yerin altından yürüyen kökler gibi akıp gelmiş, birleşmiş, hamuru oluvermiştir Mehmet Bedri’nin.
Hakan Durgun, 16 Şubat 2024.