Cemal Kaşıkçı’nın ülkesinin İstanbul Başkonsolosluğunda katledilmesi 21. yüzyıl dünyasında Suudi Arabistan ile ilgili bilinen gerçekleri olanca çarpıcılığı ile gözler önüne serdi.
Cemal Kaşıkçı, iktidardaki Suudi hanedanına muhalif bir gazeteci. Amerika’da yaşıyordu ve Washington Post gazetesinde köşe yazıyordu. Yeniden evlenmek istiyor. Bunun için ülkesinin herhangi bir konsolosluğundan evli olmadığına dair bir belge alması lazım. İşte bu noktada Suudi yönetiminin planlı bir “yok etme senaryosu” uygulamaya konuluyor.
ABD’de başvurduğu konsolosluk kendisini Türkiye’ye yönlendiriyor. İstanbul Başkonsolosluğu bir saat içinde halledilecek bir iş için günler sonrasına randevu veriyor. O gün 17 kişilik bir özel ekip, özel uçakla Suudi Arabistan’dan İstanbul’a geliyor. Kaşıkçı Konsolosluktan içeri adım atar atmaz derdest ediliyor, öldürülüyor, parçalara ayrılıyor ve Suudi yetkililerin daha sonra yaptıkları açıklamaya göre asitle eritilerek yok ediliyor.
Böylesine bir ortadan kaldırma operasyonu bundan 1000, 1300 yıl önceki Abbasi veya Emevi saraylarında, veya dünyanın başka herhangi bir yerindeki feodal bir devlette olağandı. Ama 21. yüzyılın dünyasında hiçbir devlet; resmi kurumlarında, hele hele yabancı bir ülkedeki konsolosluk veya elçilik binalarında bu tür “yok etme” operasyonuna kalkışamaz.
Suudi yönetiminin, böylesine pervasızca hareket etmesini mümkün kılan zemin ve nedenler üzerinde durmak gerekiyor.
Cemal Kaşıkçı olayı münferit bir olay değildir. Suudi Arabistan, “Anayasası” olmayan bir ülkedir. Mahkemeler, bazı vatandaşlarını Şii oldukları için ölüme mahkûm edebilmektedir. Suudi fetva makamları, Suriye iç savaşında farklı inançlardan insanlarının katlinin dinen caiz olduğuna ve bunların kadınlarının ve çocuklarının cariye ve köle olarak kullanılabileceğine dair fetvalar verebilmişlerdir.
Kardan adam yapmanın haram olduğu ve şiddetli açlık halinde erkeklerin kadınlarını yiyebilecekleri de Suudi müftülüğünün fetvaları arasında bulunuyor (8 Nisan 2015 gazeteler).
Suudi Arabistan bu konuda yalnız değildir. Körfez Emirlikleri de benzer durumdadır.
Arap yarımadasındaki devletlerin kuruluşu
Arabistan yarımadasında bulunan devletlerin hemen hepsi, Birinci Dünya Savaşının ardından Osmanlı İmparatorluğunun dağılması sonucu bizzat İngiliz emperyalistleri tarafından kuruldu. İngilizler bölgede etkin olan şeyh ve kabile reisleri ile işbirliği halinde, onların hakimiyetinde feodal yapıları “devlet” olarak hayata geçirdiler.
Başka bir ifadeyle 20. yüzyılın başında artık dünyanın her tarafında artık çözülmekte olan feodal kurum ve ilişkiler, emperyalizm aşamasına ulaşan ve dünya gericiliğinin merkezi haline gelen Batılı kapitalist devletler tarafından yeniden canlandırıldılar. Dünya gericiliğinin iki unsuru emperyalizm ve yerel feodal unsurlar, milli kurtuluş hareketlerine karşı kader birliği yaptılar.
Ama bu işbirliği dünyanın bütün sömürge ve yarı sömürgelerindeki işbirlikçi feodal güçleri iktidarda tutmaya yetmedi. Dünyanın hemen her yerinde milli kurtuluş hareketleri, emperyalist sömürgecileri de ve onların yerli işbirlikçileri olan yerli feodalleri de Türk Milli Kurtuluş Savaşı ile başlayan ve yarım yüz yıl süren bağımsızlık savaşlarının ardından tarihe havale etti.
Feodalizmi yaşatan zemin
Bu sürecin istisnası petrol zengini kimi Arap ülkeleri oldu. Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri vb.
İşte burada bir ülkedeki doğal zenginliğin, o ülkenin gelişmesine ve ilerlemesine değil de, tam tersine o ülkede yüzyıllar öncesine ait kurum ve ilişkileri nasıl yeniden canlandırdığına şahit olduk. Arap yarımadasında, toprağın hemen altında, çok düşük bir maliyetle dünyanın en kaliteli petrolünün çıkarılmaya başlanması, feodal şeyh ve reis takımının bütün halkı kontrol altında tutabilmesini mümkün kıldı. Büyük zenginlikten aslan payını alan emperyalistlerin her açıdan sundukları destek ile bu iktidarlar günümüze kadar gelebildi.
Suudiler ve Körfez emirlikleri, ülkelerinin muazzam doğal zenginliğini yüzyıllar öncesinde kalmış kurum ve toplumsal ilişkileri ihya etmek için kullandılar. Bu büyük zenginlik sadece kendilerine kalsaydı muhtemelen gene de sonuç yüzyıllar öncesine geri dönmek değil, bir şekilde daha da ileri gitmek olacaktı. Ama buna da işbirliği halinde oldukları emperyalist gericilik izin vermedi.
İşte bu örneklerde bir ülkenin toprakları altında yatan doğal zenginliğin o ülkelerin şansı değil de nasıl şansızlığı olduklarını görüyoruz.
İran örneği
İran İslam Cumhuriyeti’ni de bu açıdan inceleyebiliriz. GSMH büyüklüğü açısından Türkiye ve İran aşağı yukarı eşit durumdalar. Nüfus büyüklükleri de birbirine yakın. Yüzölçüm açısından İran, Türkiye’nin yaklaşık iki katı ama topraklarının önemli bir kısmı çöl. Yani tarıma elverişli toprak bakımından da iki ülkenin birbirine yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Ama iki ülke arasında çok önemli bir fark var. Türkiye’nin GSMH’sını; tarım-sanayi üretimi ile turizm, dış ticaret gelirleri ile hizmet sektörünün gelirleri oluştururken, İran’ın Gayrı Safi Milli Hasılasının yüzde 85’ni petrol ve doğal gaz ürünlerinin satışından elde edilen gelirler oluşturuyor.
Oysa petrol ve doğal gaz gelirlerinin henüz devrede olmadığı 20. yüzyıl başında iki ülke, çeşitli sektörlerden elde edilen gelirler açısından aynı durumda bulunuyorlardı.
Sonra İran’ın petrol ve doğal gaz zengini olduğu ortaya çıktı. Türkiye büyük bir Milli Demokratik Devrimle emperyalizmin ve feodalizmin zincirlerini kırdı. Tarım ve sanayi üreticilerinin büyük potansiyelini seferber etti. Yani İran’ın bugün petrol ve doğal gazdan elde ettiği zenginliğin eş değerini Türkiye; tarım, sanayi ve diğer sektörlerden elde ettiği gelirle sağlıyor.
Bu örnekte de bir ülkenin sahip olduğu doğal zenginliğin gerçekte o ülkenin şansızlığı haline geldiğini görüyoruz.
Gerçi İran İslam Cumhuriyeti, özellikle son otuz yıl içinde ABD emperyalizminin hedefi haline geldikten sonra çok çeşitli alanlarda kendi gücüne dayanmanın önemini gördü. Özellikle sanayide ve Milli Savuma Sanayisinde çok önemli atılımlar gerçekleşti. İran bugün kendi arabasını ve uçağını üretiyor, uzaya uydu gönderiyor, uzun menzilli füzeleri üretme aşamasına geldi.
Bütün bunları gerçekleştirmesinde hiç şüphe yok ki sahip olduğu doğal zenginlikler çok önemli bir rol oynadı. Yani bu son örnekte de doğal zenginlik ülke için bir şans haline gelebiliyor.
Şansı belirleyen faktör
Bütün bu örneklerin ortaya koyduğu sonuç şudur: Günümüzde gelişmekte olan bir ülke emperyalizmle ile işbirliği halindeyse, o ülkenin sahip olduğu doğal zenginlikler bir anlamda o ülkenin şanssızlığı oluyor.
Veya tersi. Bir ülke eğer bağımsız ise emperyalist tahakküme karşı mücadele ediyorsa, ayakta kalabilmek için halkının bütün potansiyelini açığa çıkarmak dışında bir çaresi kalmamaktadır. İşte bu noktada ülkenin sahip olduğu doğal zenginlikler o ülkenin şansı olmaktadır.
Suudi Arabistan ise en başından beri emperyalizmin güdümünde oldu. Ülkeyi yöneten feodal azınlık ayakta kalabilmek için kaderini bugün her zamankinden daha fazla ABD emperyalizmi ve İsrail’le birleştirmiş durumda.
ABD ve İsrail ise Suudi hanedanını kendilerine her bakımdan mecbur etmek için onları 21. yüzyıl dünyasından koparıp 7. yüzyılın ideolojik çerçevesi içinde tutmak için özel bir çaba gösteriyorlar.
Cemal Kaşıkçıyı, İstanbul’da pervasızca parçalara ayırıp yok etme hakkını, işte bu bin yıl öncesinden kalma ideolojik çerçeve içinde kalmış kafalar, kendilerinde görebiliyor.
6 Aralık 2018