(Dördüncü Dönem devam)
Yeni Şafak gazetesi yazarları arasında bu konuda geçtiğimiz yıllarda bir tartışma yaşandı. Hayrettin Karaman, İslamiyet’te ruhban sınıfının olmadığını iddia edenlerden. 20. yüzyıla kadar İslam Dünyası’ndaki hakim görüşün ve durumun da gerçekten de böyle olduğunu söyleyebiliriz. Ama böyle düşünmeyenler de var: Yine Yeni Şafak yazarlarından Mahmut Erol Kılıç gibi.
“İslâm’da … din adamları sınıfı mevcut değildir. Her Müslüman, din ve Allah ile ilişki bakımından eşit imkân ve seviyeye sahip bulunmaktadır. Müslüman’ın ibâdet etmek, tevbe etmek (günah çıkarmak), hâsılı dînî hayatını yaşamak için -din adamı vb.- bir aracıya ihtiyacı yoktur. Câmide namazı cemâatle kılmak için belli bir sınıfa imam olma imtiyazı verilmemiştir. Cemâat içinde en bilgili, ahlâklı ve okuması düzgün olanı öne geçer ve namazı kıldırır.”(Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 24 Ağustos 2017)
Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez de emekli olduğunda yaptığı veda konuşmasında “İslamiyet’te din adamı yoktur, herkes dinin adamıdır” diyerek aynı görüşü dile getirmişti. (2 Ağustos 2017, gazeteler)
Yaşar Nuri Öztürk Hoca da bir makalesinde Kur’an ve Peygamber’e dayanarak İslamiyet’de Ruhban sınıfının olmadığını şu kanıtlarla açıklar:
“1. Ruhbanlık, Allah tarafından dine konmuş bir kurum ve kavram değildir; onu dine, dini ve Allah’ı temsil iddiasıyla ortaya çıkan ekipler sokmuşlardır. (Hadid suresi, 27)
“2. Ruhban ekiplerin büyük çoğunluğu, insanların mallarını, ‘‘sizi Allah’a götüreceğiz!’’ diyerek çeşitli oyun ve manipülasyonlarla tıka basa yerler ve sonunda da kitleleri Allah’tan uzaklaştırırlar. (Tevbe suresi, 34)
“3. Ruhban ekipler, günün birinde ‘‘Allah’ın yanına ilave edilen rabler’’ yani yedek ilahlar konumuna getirilir (Tevbe, 31). ’’(Yaşar Nuri Öztürk, Hürriyet, 6 Şubat 1998)
Gene, Prof. Hayrettin Karaman, bir başka yazısında İslamiyet’te din adamına ihtiyaç olmadığını peygamber döneminden örnek vererek anlatıyor:
“Peygamberimiz (s.a.) ve ashabı, ehl-i beyt, arifler… hep evlendiler, çoğu rızkını çalışarak elde etti, yanılmak ve sapmaktan hep korktular, Allah’a sığındılar ve tevbe ettiler. Kimsenin günahını çıkarmaya yeltenmediler, günaha girdim diyenlere tevbe etmesini telkin ettiler. Bunlara “din adamı” demek yanlış olmanın ötesinde geleneğe de aykırıdır.
Yıllarca önce bu konu tartışıldı, cami hizmetlerini yapanlara ve hocalara “din adamı” demenin yanlış olduğu sabit oldu ve onlara “din görevlisi” dendi.”(Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 17 Ağustos 2017)
Sayın Karaman’ın söyledikleri içinde önemli olan Müslüman’ın, dinini yaşamak için bir aracı olarak “din adamına ihtiyaç yoktur” demesidir. “Cemaat içinde en ahlaklı, bilgili ve okuması düzgün olan öne geçer ve namazı kıldırır.” Gerçekten de Hıristiyanlıkta ya da Musevilikte ya da Budizmde, cemaatten isteyenin papaz, haham veya rahip konumuna geçerek dini ayin yönetmesi düşünülemez. Onun için Osmanlılar döneminde ve Cumhuriyetin ilk döneminde toplumda dini görevlerin yerine getirilmesine önderlik edenler aynı zamanda hayatlarını kazanmak için ayrıca bir mesleği de icra eden kişilerdi. Çiftçiydiler, esnaftılar, zanaatkârdılar vb. Cemaat, bu görevleri yapan kişiye ayrıca emeğinin karşılığı olarak kendi arasında organize ederek maddi katkıda da bulunurdu. Kurtuluş Savaşı’nda Maraş’ta direnişe önderlik edenlerden “Sütçü İmam”, geçimini süt satarak kazanan bir yurttaştı.
Gene bu yerleşik anlayıştan dolayı Cumhuriyetin ilk döneminde devletten maaş alarak İmamlık yapmak diye bir durum söz konusu değildi. Devlet, sadece Diyanet İşleri başkanlığında ve il müftülüklerindeki sınırlı sayıda memurun maaşını ödüyordu. Ama daha sonra durum değişti. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Atlantik kampına dahil olunmasıyla birlikte, önce devlet eliyle din adamı yetiştirilmeye sonra da yetiştirilen bu din adamları “memur” olarak atanmaya başladı. Hayrettin Karaman bu gerçeği şu sözleri ile saptamaktadır: “Bugün bazı dini görevlerin meslek haline gelmiş olması, bu görevlerin aksamasını önlemek zaruretine dayalı olarak sonradan icad edilmiştir.” (abç) (1 Temmuz 2016, Yeni Şafak)
“Ruhban” nedir?
Öncelikle bir dinde “ruhban sınıfı”nın olup olmadığını belirleyen belli başlı kriterlere bir göz atalım:
1 – Her şeyden önce Ruhban sınıfına dahil olan kişi açısından din adamlığı bir ‘meslek’tir. “Ruhban”, hayatı boyunca kendisini bu işe adamıştır, geçimini bu işten sağlar,
2 – Özel bir dini eğitim görmesi gerekir,
3 – Dini törenleri yönetme ve dini metinleri açıklama – yorumlama yetkisiyle donanmış olmalıdır.
4 – Bütün dinlerde ibadet dili genellikle halkın konuştuğu dilden farklıdır. İslamiyet’te ibadet dili olarak Arapça (7. yüzyıl Arapçası), bazı Hıristiyan mezheplerde Latince, Yunanca gibi dini metinlerin en eski çeviri dilleri, Hinduizmde ise Vedalar döneminin dili kullanılır. Onun için Ruhban sınıfına dahil olacak kişi, ilgili “din dilini de” bilmek zorundadır.
5 – Kendi başına değildir. Bağlı olduğu dinsel bir yapı vardır. Bu yapının kurallarına bağlıdır, aykırı hareket edemez.
Bu beş özellik açısından Türkiye’deki duruma baktığımız zaman, hepsinin fazlasıyla olduğunu görürüz. Bugünün Türkiye’sinde, 2019 itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevli İmam, Müezzin, Kuran Kursu hocası ve diğer dini hizmetlerde 117 bin kişi çalışmaktadır. Tarikat ve cemaatlerin, meslek olarak bütünüyle dini hizmetlerde bulunan mensupları buna dahil değildir. Ayrıca devletin diğer birimlerinde çalışan diğer memurlar da (Din bilgisi öğretmenleri, İlahiyat fakülteleri hocaları vd. görevliler) bu sayının haricindedir. Bu “memurlar”, Kur’an kurslarından ve İmam hatip Okullarından başlayarak İlahiyat fakültelerine kadar özel bir eğitim görmektedirler. Ve elbette bu eğitimin sonucunda dini törenleri yönetme ve dini metinleri açıklama ve yorumlama bilgisini edinmiş olurlar. Okullarda Arapça eğitimi görürler, en azından Arapça metinleri okuyacak bir bilgiye sahiptirler ve şüphesiz eğer bir tarikat ve cemaat mensubu değillerse, en azından Diyanet İşleri Başkanlığının görevlileridir. Yani belli kuralları ve disiplini olan bir “yapı”nın içindedirler.
20. yüzyıla kadar hiçbir zaman İslam toplumunun bütününü temsil etme durumuna gelmemiş olan bazı Cemaatler ve Tarikatlar dışında, kendine kayda değer bir hayat alanı yaratamamış olan “Ruhban sınıfı”, nasıl oldu da bir yüzyıl içinde Hıristiyan dünyasını da geride bırakacak ölçüde Müslüman ülkelerin içine yerleşti? Bu önemli bir sorudur. Çünkü gerçekten de bugün İslam dünyasındaki cami ve din görevlisi sayısı, Hıristiyan ülkelerdeki kilise ve din adamı sayısıyla kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Örneğin nüfusu Türkiye’den fazla olan Almanya’da Kilise sayısı 27 bindir. Din adamı sayısının da buna göre Türkiye ile gene kıyaslanmayacak ölçüde az olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik Almanya, laik bir devlet olduğu için ne Kiliselerin giderleri ne de din adamlarının maaşları devlet tarafından karşılanmaz. (Devam edecek)