Ve sonunda 27 Şubat’ı 28 Şubat’a bağlayan gece korkulan oldu. Tam iki aydan bu yana yapılan uyarılar, kurulan “tuzağa” ısrarla dikkat çekmeler, Tayyip Erdoğan’a Saddam Hüseyin’e kurulan tuzak gibi bir “son”un tezgâhlandığı hatırlatmaları; o gece yaşananları önlemeye yetmedi.
28 Şubat gecesi Serakip’e doğru saldırıya geçen ÖSO ve HTŞ güçlerinin arkasında duran Türk Ordusu’na ait birlik vuruldu ve yapılan açıklamaya göre 36 şehidimiz var.
Burada gerek Türkiye, gerekse Rusya tarafından yapılan açıklamaların çok fazla önemi yok. Sonuca bakmak lazım… Sonuç; Türkiye ve Suriye sahada karşı karşıya geldi, TSK ve Suriye Ordusu birbirini vurdu.
En anlamlı soru şudur: Türkiye ile Suriye’nin savaşmasını bugün en çok kim istemektedir?
Türkiye’nin, Doğudan ve Güneydoğudan ABD destekli PKK terörü ve Doğu Akdeniz’den ise ABD-İsrail ve Yunanistan’ın merkezinde olduğu silahlı tehdit ile karşı karşıya olduğu koşullarda, Suriye ve dolaysıyla Rusya, İran ve Hizbullah-Lübnan ile karşı karşıya gelmesi kimin işine yarar?
Bu soruların cevabı bellidir. Ve bu “belli” olan cevap, 28 Şubat öncesindeki son iki ayda Ankara’ya hakim olan “akıl” konusunda bize bir fikir vermektedir.
Ak Parti iktidarının, son günlerde ısrarla tekrarladığı ve neresinden bakılırsa bakılsın iler tutar yanı olmayan, “Esat rejiminin gayrı meşru olduğu”, İdlip sahasının fiilen, Türkiye tarafından da terör örgütü olarak nitelenen HTŞ’ye bırakılması gibi akıl almaz talep ve iddialarını nasıl yorumlamak gerekiyor?
Türkiye bir yandan ABD’nin desteğini alarak Suriye devleti ile savaşırken öte yandan ABD’nin desteklediği bölücü terör ile mücadele edebilir mi?
Doğu Akdeniz’de ABD, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimine karşı mücadele ederken, Mısır’dan sonra Suriye ve Lübnan’ı da bu cepheye ittiğimiz ve dolaysıyla Rusya ve İran’ın desteğini kaybettiğimiz zaman “Mavi vatan”ımızı savunabilme olanağımız kalır mı?
“Devlet aklı” bu soruları sorar ve politikasını, alacağı cevaplara göre belirler.
Gayrımeşruluk nedir?
Ak Parti bir yandan Esat yönetimine “gayrı meşru” diyor, ama öte yandan Suriye’deki varlığını dayandırdığı “Adana mutabakatı”nı, Esat yönetimi ile yaptığını unutuyor.
Esat yönetimin, sandıktan çıkan bir iktidar olduğuna da bakmıyor. Ama ondan da önemlisi, Suriye halkının ezici çoğunluğunun tam dokuz yıldır kanını ve canını vererek ABD ve İsrail önderliğindeki haramilere karşı Esat yönetimi ile beraber olduğu gerçeğine de gözlerini kapamış vaziyette.
Suriye’de kimin iktidar olacağına Ankara karar verecek(!) ve bu da “meşru” olacak!
Keza son üç yıldır yürüttüğü Astana sürecinde ortaklarımız olan Rusya ve İran’ın, Esat yönetiminin daveti üzerine Suriye’de bulunduğunu da unutuyor. Unutulmamalı ki bu devletlerin Suriye’deki varlıklarını “meşru” kılan da Esat yönetimidir.
Gene hatırlanacağı üzere Türkiye; Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarının hepsini Şam yönetimi ile koordineli bir şekilde yaptı. Bütün bu harekâtlarla Türkiye, kendi sınırını terör örgütlerinden temizlerken, Esat yönetimi de ülkenin geri kalan topraklarının büyük çoğunluğunda egemenliğini yeniden tesis etti.
Türkiye, Fırat Kalkanı ile IŞİD’e darbe vururken Esad da Şam çevresini teröristlerden temizledi.
Türkiye, Zeytin Dalı Harekâtı ile PKK’nın Afrin’deki varlığına son verirken Esat yönetimi de Halep, Hama ve Humus vilayetlerinde hakimiyetini yeniden kurdu.
Türkiye, Barış Pınarı Harekatı ile Fırat’ın doğusuna girerken, Esat yönetimi Fırat’ın doğusundaki sınır hattında ve Münbiç’te yeniden bayrak dalgalandırmaya başladı.
Bütün bu gerçekler ortadayken, Esat yönetiminin “gayrımeşru olduğu” ve “Esat yönetimi yıkılmadan bu ülkede barış olmayacağı” türünden söylemler hangi aklın ürünü olarak piyasaya sürülüyor?
İki zıt politika
Türkiye’nin 2020 yılı Ocak ayı ile birlikte İdlip’te izlediği politika, o zamana kadar izlenen politikadan temelde farklıdır. Şöyle de düşünülebilir: 2014 yılı Kasım ayında Suriye sınırında Rus uçağının düşürülmesinden sonra devreye giren “devlet aklı” son iki ay içinde devreden çıktı ve o aklın yerini Suriye ile ilk çatışmaların yaşanmasının ardından Devlet Bahçeli tarafından dillendirilen “Yansın Suriye, yıkılsın İdlip” sözlerinde ifadesini bulan anlayış aldı.
27 Şubat gecesi malum felaketin yaşanmasının ardından Ankara’da, “unutulan aklın yeniden başa devşirildiğini”; “gerginliği tırmandırmamak gerekir” sözlerinden, Erdoğan-Putin görüşmesinden ve ardından sahada silahların susmasından anlıyoruz.
Ama bir yandan bu gelişmeler yaşanırken öte yandan Devlet Bahçeli bilinen tavrını sürdürmeye devam etti.
“Düşman görüldüğü yerde ezilmelidir… İdlib’e kara ve hava operasyonu süratle icra edilmelidir.
“Sonunu hazırlayan şerefsiz Esad, hain ve hunhar saldırılarının karşılığını en ağır şekilde almalı, Türk milletine silah çevirmenin, bomba atmanın sonuçlarına acı şekilde muhatap olmalıdır.” (28 Şubat 2020, gazeteler)
İşte bu anlayış bizim “devlet aklı” dediğimiz anlayışın tam zıddı bir anlayıştır.
Bu “akıl” Türkiye’nin, Türk devletinin değil, Amerika’nın ve İsrail’in aklıdır.
İdlip’te yaşanan çatışmalardan ve gelen şehit cenazelerinin ardından, ABD ve NATO’nun üst düzey ağızlarından yükselen sevinç çığlıkları bunun yeterli kanıtıdır.