27 Kasım 2020 günü Şanlıurfa Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler İl Müdürü Hasan Bilici, bölgede etkili dört aşireti temsil eden kişilerle oturdu ve “çocuk gelinler sorunu” ile ilgili bir protokol imzaladı. Gazetelerde ve haber sitelerinde Müdür Hasan Bilici’nin; Akçakale’den Bin-i Muhammed aşiretinden İsmail Büyükaslan, Harran’dan Fitit aşiretinden Mehmet Aygün ve Siverek’ten Kırvar ve İzol aşiretlerinden Ahmet Kırvar ve Mehmet İzol ile protokolü imzalarken çekilmiş fotoğrafları yayınlandı.
Müdür ve dört “aşiretin reisi”; “Erken yaşta ve zorla evlilik ile mücadelede, Şanlıurfa Aile, Çalışma, ve Sosyal Hizmetler Müdürlüğü ile işbirliği yapmayı, gönüllü olarak destek vermeyi kabul ediyorum.” ifadelerinin yer aldığı belgeyi imzalayarak kamuoyuna açıkladılar.
Böylece, 1934 yılında Cumhuriyetin; aşiret, aşiret reisliği gibi Ortaçağa ait kurum ve ünvanları yasadışı ilan etmesinden bu yana, geriye dönme yolunda gözlere batıra batıra bir adım daha atılmış oldu.
Hiç kimse bu yapılanları, “Ne var bunda, sonuçta çocuk yaşta evliliğe karşı mücadele ediliyor” diyerek haklı gösteremez.
Gerçekte olan, Cumhuriyet’in Cumhuriyet olmaktan vazgeçmesidir. Veya Cumhuriyet’e karşı açık bir savaş ilanıdır.
1934 yılındaki kanun
Bu konuda söyleyeceklerimize geçmeden önce 14 Haziran 1934 tarihli 2510 sayılı “İskan Kanunu”nun konumuz ile ilgili bölümüne bir bakalım:
“Madde 10 A: Kanun aşirete hükmi şahsiyet tanımaz. Bu hususta herhangi bir hüküm, vesika ve ilama müstenit de olsa tanınmış haklar kaldırılmıştır. Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği ve bunların herhangi bir vesikaya veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilat ve taazzuvları kaldırılmıştır.
B: Bu kanunun neşrinden önce herhangi bir hüküm veya vesika ile veya örf ve adetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlere ait olarak tanınmış, kayıtlı kayıtsız bütün gayrımenkuller devlete geçer. Bu kanun hükümlerine ve devletçe tutulan usullere göre bu gayrımenkuller muhacirlere, mültecilere, göçebelere, naklolunanlara, topraksız ve az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanır.”
Kanun; ‘aşiret reisliği ve toprak ağalığı yasadışıdır, Cumhuriyet, Cumhuriyet olacaksa bunlar ortadan kaldırılacaktır’ olarak özetlenebilir. Bilindiği gibi bu konuda bazı adımlar atıldı, Atatürk kapsamlı bir toprak reformu kanunun çıkarılması ihtiyacını her vesileyle vurguladı. Ölümünden sonra da bu konuda yapılan çalışmalar, 1945 yılında çıkarılan “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” ile sonuçlandı.
Ama II. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde köprülerin altından çok sular akmıştı. Artık Ankara’da esen rüzgârlar Atatürk Devrimi’ne ait değildi, Devrim rüzgârının yerini Atlantik rüzgârları almıştı. Toprak sahibi sınıf, bu yeni rüzgârı arkasına alarak kanunun uygulanmasını önledi. DP iktidarı döneminde ise ağırlığını iyice artırdı. Cumhuriyetin sonraki 70 yılı, aşiret reislerinin ve toprak ağalarının adı konmayan ama fiilen iktidara ortak oldukları dönemdir.
Toprak ağalığı ve aşiret reisliğine karşı verilen mücadelenin yarım kalması, kapsamlı bir toprak devriminin hayata geçirilememesi, Cumhuriyet Devrimi’nin en önemli eksiği olarak kaldı. Daha sonra yaşanan Karşı Devrim, bu nesnellik üzerinde hayat buldu.
Ortaçağ’ın hortlaması
Toprak ağalığının Cumhuriyet’e karşı ilk “zaferi”, 1946” tarihli “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası”nın uygulanmasını engellemek oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle DP iktidarı döneminde bölgedeki toprak ağası ailelerin ve aşiret reislerinin milletvekili olarak TBMM’de sürekli olarak temsil edilmeye başlanmaları, bu sınıfın siyasi alanda elde ettikleri ağırlığın sonucuydu. Tarikat ve Cemaatlerin bu süreç içinde adım adım yeniden başlarını doğrultmaları da aynı geriye gidişin bir başka tezahürü oldu.
Toprak ağalığı ve aşiret reisliğinin (Bu iki kimlik genellikle aynı şahıslarda birlikte vardır) etkilerinin giderek artması, ülkenin emperyalizme bağımlılığının yıllar içinde derinleşmesiyle doğrudan ilişkilidir. Nitekim söz konusu toplum kesimlerinin en etkili oldukları dönem, Amerikancı 12 Eylül darbesinden sonradır.
Meşru otorite kim?
Şanlıurfa’daki olay elbette durup dururken yaşanmadı. Tarikat şeyhlerinin Başbakanlıkta ağırlandığı ve bir takım tarikatların iyi olduğu söyleminin iktidar ve muhalefet tarafından ortaklaşa dillendirildiği, Bakanlıkların bazı tarikatlar arasında bölüşüldüğü iddialarının ayyuka çıktığı günlerden geçerek bugüne geldik.
Aşiret, Ortaçağ ilişkileri içinde yeri olan bir kurumdur. Aşiret bir kitle örgütü olarak değerlendirilemez. Bildiğimiz kitle örgütleri, bireylerin bilinçli tercihleri ile üye oldukları ve istedikleri zaman ayrıldıkları yapılardır. Aşiret ise kan bağına dayanır. Aşiret reisinin otoritesi, seçimle elde edilen bir otorite değildir, sorgusuz ve sualsizdir ve çoğu durumda büyük toprak mülkiyetinin sağladığı ekonomik güç ile desteklenir.
Onun için aşiret yapısını meşru kabul etmek, aşiret mensuplarının ne yapacakları, ne yapmayacakları hakkındaki kararın, “reislerin” elinde olduğunu kabul etmek demektir.
Erken yaşlarda evliliğin önlenmesi için, aşiret reislerinin desteğine ihtiyaç duyan Cumhuriyet’in Müdürü, gerçekte bir başka otoritenin varlığını meşru kabul etmiştir. Ve kendi otoritesinin meşruluğunu tartışmaya açmıştır.